HUZUR, BİR PARÇA !

       Huzur, A.H.Tanpınar


      Tercüman 1001 Temel Eser Serisi

      Basım yılı yok. Ama kitabın muhtemelen ilk sahibi,1973 yılını imza atmış: Ankara 1973

      Huzur’u ikinci el kitapçılarda uzun bir zaman aramıştım. Özellikle eski bir basımı istiyordum zira Tanpınar’ı orjinal kelimeleriyle görmem ihtimali daha yüksekti.

      Lisedeki edebiyat derslerinde A.H.Tanpınar’ı sadece Bursa’da Zaman şiiri ile tanıtmışlardı.

      Yıllar sonra onun -kendi deyimiyle- sükut suikastına uğradığını öğrendiğimde nedenini anlamaya çalışacaktım. Yazarın yaşadığı dönemi az çok inceleyip Huzur ile Saatleri Ayarlama Enstitüsü kitaplarını okuyana dek de fazla birşey çözemeyecektim. Tabii O ve eserleri üzerine son zamanlarda yazılmış kıymetli birkaç makale de bunda etkili olacaktı.

     Romanın geçtiği zaman dilimini 1930-1935 civarı olarak not etmişim. Kitabın yazım yılı ise 1949.

     Mutlaka Huzur’u okumalısınız, Tanpınar’ı görmelisiniz diyenlere hak veriyorum şimdi. (Sayın A.Ural, benzetmeler hakkındaki düşüncelerinize kesinkez katılıyorum!)

     Romandaki atmosfer, o dönemin İstanbul’u, insanları ve aydın denen kesimin düşünceleri, ikilemleri, Tanpınar’ın o harika ve orjinal benzetmeleri...

     Evet, zaman zaman bazı yerlerde bir şeyler biraz karışıp dolaşıyor ama genele baktığımızda mutlaka okunması gereken bir eser Huzur.

     Bu basım ne kadar orjinale bağlı kalmış bilemiyorum ama gayet duru bir anlatım dili var.

     İlahi bakış açısı ile yazılmış.

     Konusu dersek; Mümtaz’ın birkaç günlük hikayesi diyebilirim. Mümtaz’ın yanında büyüdüğü kuzeni İhsan’ın hastalığı üzerine değişen his ve fikirleri, hayat ritmi, bu arada Nuran ile olan ilişkisini hatırlaması ve değerlendirmesi gibi genel bir çerçeve çizmek yanlış olmaz sanırım.

     İlk bölümün adı da İhsan. Diğer bölümler de diğer karakterlerin adları ile isimlendirilmiş.

     Şimdi Huzur’dan bahsetmek o kadar da kolay değil aslında. (Hani okumamın üzerinden de biraz zaman geçti itiraf edeyim :)) Hisli Mümtaz ile “boşanmış “ bir kadın olan Nuran’ın birden başlayıp evlenecekler derken biten aşkları ön planda gibi.

     Asıl güzeli ise bana görmediğim ve asla göremeyeceğim bir İstanbul’u sevdiren tasvir ve anlatımıyla İstanbul fonu. Belki de asıl karakterlerden biri İstanbul ? Savaş yorgunu İstanbul’da kalpleri ve zihinleri yorgun insanların seçtikleri,seçmek üzere oldukları yaşama biçimleri...

     Bir yandan tango ve fokstrotlar, diğer yandan bir mahur beste, nevakâr ve Dede Efendiler... Kim, neyi, niçin dinliyor?

     Kitap İhsan’ın hastalığının ailede yarattığı değişiklik ve üzüntüyü tasvirle başlıyor; Mümtaz’ın günlerdir dışarı çıkamaması olağanüstü bir haldir, hastanın baş ucunda bekliyordur.

    En iyisi altını çizdiğim satırlar:

“ Bu sabah tren düdüklerinin bambaşka korkularla kanattığı uykusundan, Mümtaz, gene bu üzüntü ile uyandı.”

“...Fakat bizim memlekette aranan kaybolur. Şark, oturup beklemenin yeridir. Biraz sabırla her şey ayağınıza gelir. Mesela İhsan iyi olduktan altı ay sonra bile bir- iki hastabakıcı onu arayacaktır. Fakat lazım olduğu zaman...”

“....günün birinde büyük yenge mutad ziyaretini yapmaya karar verir ve merhum Selim Paşa’nın kızı, refakatinde kimse olmadan sokağa çıkamayacağı için Üsküdar’daki Arife Hanım’a haber gönderilir. Arife Hanım tayin edilen günde gelir, o geldikten sonra üç-dört gün üst üste “ yarın gitsek, şu herifi görsek...” diye devam eden kısımda büyük yengenin kimsenin başaramadığı iş olarak kiracısından kirayı alma bölümü çok hoş. Kendi başına bir kısa hikaye konusu.

Macide’nin kızını kaybettiği zamanın anlatımı da basit, öz, kısa. Bu yüzden çok dokunaklı. En azından benim için .

“...Bu, bir sene evveldi. Mümtaz ,etrafına, bu bir sene evveline dönebilmek için en kısa bir yol arar gibi bakındı. Yedişehitler’e kadar geldiğini gördü. Fatih şehitleri, küçük taş lahitlerde yan yana uyuyorlardı.........neredeyse mukavvadan zannedilecek fakir bir evin penceresinden bir tango sesi geliyor. Yol ortasında toza bulanmış kız çocukları oyun oynuyorlardı. Mümtaz onların türküsünü dinledi: Aç kapyı bezirganbaşı, bezirganbaşı/ Kapı hakkı ne verirsin, ne verirsin?”

İşte bir benzetme: “...yumuşak ve taze çimen rüyası sesiyle...”

Yine Mümtaz’ın acı çocukluk serencamının anlatılışı da duru, öz, abartısız. Babasının S... nin işgali sırasında, şehri terk etmelerine bir saat kala öldürülüşü, hele o mezar kazılışı sahnesi... Bana çok sinematografik geldi.

Sonra annesiyle kaçıp güneye bir yere göçmeleri, annesinin de ölümü... Bunun üzerine İstanbul’a İhsan’ın yanına gönderilmesi:

“.... çok karanlık, çok siyah, sessiz bir yer istiyordu......çocukların güneşte kırılmış ayna gibi insana batan berrak çığlıklarla gülüp konuşmadıkları bir yer....”

      Bu yazı çok uzayacak. Devamını ertelemeli.

HECE ÖYKÜ

               Hece Öykü ile geç kalınmış bir tanışma yaşadık birkaç gün önce. Okumam  bitmedi ama daha başlar başlamaz sıcak bir esinti gönderdi sayfalarından. Şimdiye dek elime geçen edebiyat-öykü dergilerinden farklı olacağını zaten biliyordum, zira senelerdir sağlam bir yeri var Hece'nin .

              Şubat -Mart sayısı Albert Camus incelemesi ile açılıyor. Dosya konusu ise Çağdaş Afganistan Öyküsü. Bunu özellikle merak ediyorum. Batı dışında inceleyeceğim ilk ülke olacak.

              İlk bölümdeki öykülerden Yunus Develi'nin öyküsü, üslubu ve mizahiliğiyle beni kendine bağladı. Deniz Özbeyli'ninki de güzeldi. İyi  ve değişik bir hikaye diye düşündüm.

              Okumam ilerdedikçe notlar gelecek, buna eminim.