EFLATUN GÖZLERİN OLDUĞUNU BİLMİYORDUM

Şair: Attila İlhan
Basım yılı: 2005
İlk yayımlanış yılı: 1954
Yayınevi: İş Bankası Kültür Yay.

Attila İlhan'ı bir hemşehri olarak geç tanıdım diyebiliriz. Adını bilirdik sadece.

Onu asıl sevmem TRT 2'deki muhteşem cumartesi programlarıyla olmuştu. Sonra 3 kitabını peşpeşe okumuştum: Dersaadet'te Sabah Ezanları, Sisler Bulvarı, Ulusal kültür Savaşı. Hangi Batı'sı da okumak için aklımda kalmıştı. Henüz okuyamadım.
 Sisler Bulvarına gözüm takılınca açıp kıvırdığım sayfalara baktım.

Sisler Bulvarı ; Paris,'in cafe'leri, zayıf sokak fenerleriyle aydınlatılmış loş sokakları, sisli ve ıslak limanlar, sarhoş gemiciler ve aşıklar,sarpa sarmış aşklar, hayat kadınları,düşünce gel-gitleri, entellektüel yalnızlık, sıradan  insanlara sevgi...

Kafiyeler, adeta hikaye anlatmalar, ama kesinlikle tahkiye değil, modern olmasına modern ama bir o kadar da halk şiirlerini anımsatıyor. İşte favorilerimden  birkaç alıntı:

Başka Adam

yerinden kaldırmasalar
tedirgin etmeseler
armonikle ezbere polkalar çalan
alcas'lı kör kadını
türkülerin başladığı bittiği yerdeki kız
raspail bulvarı'ndan yine gelip yine geçsen her akşam
yalnız
tedirgin etmeseler
armonik çalan bir kadını
ışıklar yola çıkınca herhangi bir akşam
beni alıp duvarların arkasına götürmeseler
seni alıp götürmeseler
................................

BAŞKA YERDE OLMAK

oniki sfır beşte izmir'de bir yıldız kaydı
imbat durmuştu kan ter içindeydim
akdeniz'in elindeydim söz temsili
ışıklı bir tespih karşıyaka'ydı
istanbul deyip mendebur sisli
bir deniz kahvesinde içiyordum
istanbul soluk yeşil bir tramvaydı
sultanahmet demişti inliyordu
oniki sıfır beşte izmir'deydim allahım
şiir deniz gibi kımıldıyordu

oniki onbeşte istanbul'a dağılmıştım
hilal gibi bir kızcağız beşiktaş'ta
rüyasını dokuyordu ondan bıkmıştım
çiğ mürekkep ve aseton kokuyordu
sarıyer'de balıkçılar denizi çekiyordu
deniz büyük büyük içini çekiyordu
..................................
oniki otuzbeşte napoli garı'nda bir tren
çırpınıyordu aşağılık bir gemici barında
ben burnumu şaraba sokmuştum
katiyyen sarhoştum kirpiklerim yanıyordu
.......................
oniki otuzbeşte napoli'de allahım
uyuyamıyordum uyuyamıyordum
..................
not: imla kitaptakinin aynısıdır.

STALKER

-Tanrım, artık yüzyıl daha yaşayacaksın! (Stalker)
- Evet ama neden sonsuza kadar değil?   (Writer)

****
" Onların tutku dedikleri, ruhları ile dış dünya arasındaki sürtünme."   (Stalker)

KİTABIMI BİR HIRSIZA VERİYORUM,

Bedestenden koparılmış ve çoktan İngiltere’ye vasıl olmuş baba kokulu bir ağızlık yerine… 12 Ağustos 1955, İstanbul


******

Diye başlıyor kitap. Bu son cümlelerin başında anlattığı hikaye - muhtemelen yazarın şahit olduğu gerçek bir hadiseydi- başlı başına bir güzellikti.
Bahaeddin Özkişi ismini geçen yıl bir radyo programında duydum ilk kez. Öyle güzel şeyler söyledi ki program yapımcısı yazar, özel ilgi alanım olan kısa hikayeci bu yazarı daha önce hiç mi hiç duymamış olmam beni neredeyse üzmüştü.

Hele ki çok sevdiğim iki yazarın adı da geçince bir kıyaslamada, merakım daha bir arttı. Tanpınar, Özkişi’nin hikayelerini gördükten sonra “ Sen on tane Sait Faik edersin.” demiş.

Haydaa, dedim kendi kendime. Sait Faik , tabiri caizse ilk göz ağrım…Onun yeri bir başka olacaktır bende her zaman. 13 yaşımda tanıştığımda Sait Faik’e nasıl çarpıldıysam şimdi okurken de aynıdır. Belki çocukluktaki ilk hislerin büyüsü hâlâ devam etmektedir; yapabildiğim özeleştiri bu kadarla kalmakta. Sait Faik başkadır.

Yalnız, programcımız birkaç da hikaye tattırınca, söylediklerinin abartı olmayacağına inancım güçlendi.

İşte Göç Zamanı’nı isteme sebeplerim böylece ortaya çıkmış oldu!


Kitap: Göç Zamanı

Yazar: Bahaeddin Özkişi

Yayınevi: Ötüken

Basım yılı : 2008 , 5. basım

İlk basım yılı : 1975


İki sebepten dolayı kitabı bitirmem iki ay sürdü:

Birincisi, bu güzelliğin bitmesini istemeyişim. İkincisi; her güzel şeyi gördüğümde hissettiğim kıskançlığın verdiği başka garip bir his. :)

47 yıl süren, nisbeten kısa ömründe Özkişi kesinlikle özgün bir kalem ve öz bir kişilik. Böyle klişe bir cümle kurmak istemezdim ama daha iyisini düşünemedim şu anda.

An’ların gerçek bir anlatıcısı O. Benim gibi hayatı sadece an’lardan müteşekkil biri için Özkişi’nin bu hikayeleri tatlı bir kaynak suyu gibi. Ne bileyim öyle işte!

Klasik giriş- gelişme-sonuç bölümlerine, özellikle de sonuç bölümlerine rastlamıyoruz onda. An’ların hikayecisi deyişimin bir sebebi de bu. Diğeri ise konu olarak somut olayları alan geleneğin dışında olması. Kesitler diyebilirim, teknik resimdeki gibi: üç boyutlu bir katının bir taraftan kesiti…Çok katmanlı, boyutlu dünya vatandaşı insan hayatından kesitler, an’lar… ve o kadar değişik kesit - konu- var ki; çocukluk rüzgârından gelenler, geçim derdinden; gündelikten gelenler, Almanya hatıralarından gelenler, “fikretmekten” gelenler, ilk aşktan gelenler, meyhane, kahvehane köşelerinden sızanlar, kadın güzelliğinden bitiverenler, çocuk duasından kopup gelenler, ülke ve dünya toplumlarının ürkütücü ahvalinden gelenler, resim kokusu, müzik notası, evlilik hayatı… (olmuyor, okumanız lazım! :) )


Bir şey daha: Bu basımda bir şansım da Göç Zamanı dışında Papağan Dedi Ki, Bir Çınar Vardı (ilk basımı 1959 imiş) hikaye kitaplarının da bir arada basılmış olması. Yani tüm hikayeleri bir arada. Bunlardan Papağan Dedi Ki’deki 13 kısa öyküsü evrakları arasında yeni bulunmuş. İyi ki bulmuşlar! Bu öykülerde daha mizahi bir dil hemen farkediliyor: Şerbet gibi!

Ve yanlış saymadıysam 70 adet hikaye var bu kitapta. Ve hepsi birbirinden güzel!

Son birkaç ayda okuduklarımdan bana böyle lezzet veren Borges’in Alef’i ile bu Göç Zamanı oldu.

Böylesi bir yazar hakkında birşeyler eklemek istiyorum: Yazar 1975 Peyami Safa Roman Ödülünü almış Sokakta romanı ile. Ve aynı yıl Göç Zamanı kitabının basıldığı gün vefat etmiş!

Süheyl Ünver’den tezhip dersleri almış bir kaynak öğretmeni (İTÜ) imiş kendisi. Resim de yaparmış.

Ve son olarak, Sunuş’tan (kesinlikle katıldığım) bir cümle: “ Bu eserler şunu kesinlikle ortaya koyuyor ki kısa hikaye nesirden şiire bir sıçrayıştır, müthiş bir ifade kudretidir, B.Özkişi de bu edebi türün kudretli üstadıdır.”

Biter bitmez başa dönüp okuduğum nadir kitaplardan biri oldu Göç Zamanı. Şiddetle tavsiye edilir!

TADIMLIK:

BORGES, BORGES,BORGES

Kitap: Alef (El Aleph, 1949)
Yazar: J.L.BORGES (1899 Buenos Aires,Arjantin - 1986 Cenevre, İsviçre)

Yayınevi: İletişim, 2010, 10. Baskı
Çevirenler: Tomris Uyar, Fatih Özgüven, Fatma Akerson, Peral Bayaz Charum



Borges hakkında topu topu iki- üç yazı okumuştum ama iyice merak ettiren metinlerdi bunlar. Gariptir ki karışık hislerle erteledim okumayı. Bir de yakındaki kitapçılarda bulamıyordum. İyice oluruna bırakmıştım. Geçen ay günü geldi, gidildi,alındı. Ama hemen başlamadım tabii o garip his sebebiyle. Bir müddet kitaplıkta serazad durdu öyle.


Okumaya başladım. Yavaş yavaş ilerledim.Bitirdim.

Ve …nasıl anlatabilirim!

Arka kapakta da yazdığı gibi sanki yüzlerce sayfa okumuşuz, evrenler içinde evrenler gezmişiz hissini veren öykülerden oluşuyor Alef.

Garcia Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık’ındaki doğaüstüyü doğallaştıran o çarpıcı ve akıcı tarzı hatırlatan bir üslubu gördüm Alef’de genel olarak.


Düşle gerçek, doğu ile batı, kuzey ile güney, göl ile okyanus,İslamiyet ile Hristiyanlık, geçmiş çağlar ile bugün, eski moda ile yeni moda, felsefe ile mizah, kütüphaneler ile sokaklar, tabiat ile teknoloji, taşra ile gökdelenler arasında gidip gelmiş, yıldızlar katına çıkıp mitoloji prensesleriyle bakışmış , insanları gözetlemişim gibi hissettim Alef’i okurken.


Ve bir itiraf : Öykülerde geçen gerçek (hangileri gerçek değildir bilemem ya) yer, kitap,yazar isimlerinin yarıdan fazlasını duymuşluğum yoktur. Borges’in Batı-Latin-Yunan klasikleri kadar Doğu-İslam eserlerini de “biliyor” olduğunu yine evvelden okuduğum makalelerden biliyordum. Ve öykülerin içinde bunlar öyle erimiş, billurlaşmış ki hayran kaldım.

(Misal; öykülerden biri Averroes yani İbn-i Rüşd ile ilgili. Hani “bir Doğulu olarak ben” yazmalıydım böyle bir hikayeyi, ama nerde bizde İbn-i Rüşd’ü tanıtacak eğitimciler,okuyup anlayacak istek ve tavır? )

Kaçmak isteyebileceğim ( dönmesem de olur ) bir dünya buldum Borges’de. Borges’in Dünyası. Diğer kitaplar için bütçe çalışmalarına hemen başlamalıyım.

Sonuç olarak bana sorarsanız,hâlâ varsa, BORGES okumayan kalmasın lütfen! :)



NOT: O makalelerden birini buldum:

“Borges ve Borges’in sanatı üzerine kuracağımız her türlü yaklaşımın, bakışın, bir süre sonra hayal ile gerçeğin,

BEN RUBİ’NİN FİKİRLERİ

Gazetelere şu ilanı verdim:

“ Birkaç dil bilir, filozof, bekar, sabırlı ve gezgin katip arıyorum. 20 Temmuz tarihine kadar akşamları saat onda, Mon Repos Oteline müracaat.”

Bir müddettir uykusuzluk çektiğim için, taliplerin sınavı, geceyi geçirmeme yardım eder diye düşünüyordum.

Altmış üç kişi geldi. Altmış üçten kırk yedisi Yahudi idi. Aralarından en zeki olanını seçtim.

Doktor Ben Rubi’de, aradığım bütün meziyetlerden başka aklıma gelmemiş olanlar da vardı.(…) Kendisiyle görüşürken, laf arasında, Yahudilerin umumiyetle bu kadar zeki oldukları halde neden bu derece korkak olduklarını sordum:

- Korkak mı, dedi, herhalde vücut cesaretinden, maddi, hayvani cesaretten bahsediyorsunuz. Fikir cesaretine gelince, yahudiler sadece cesur olmakla kalmazlar, pervasızdırlar.(…)

Yahudilerin önceleri kendilerini korumak için kullandıkları vasıtalar, zamanla intikam silahları haline gelmişti. Bilhassa zeka ile, ki bence altından daha kuvvetlidir.

Ayaklar altında çiğnenen, suratına tükürülen Yahudi, düşmanlarından intikam almak için ne yapabilirdi? Goyimlerin ideallerini alçaltmak,kıymetten düşürmek, iç yüzünü meydana vurmak ve Hıristiyanlığın ayakta durabilmek iddiasıyla dayandığı kıymetleri mahvetmek! Hakikaten iyi dikkat ederseniz, Yahudi zekası, bir asırdan beri düşünce binanızın dayandağı sütunları, en aziz inançlarınızı baltalamak ve kirletmekten başka bir şey yapmamıştır.

(…)Alman romantizmi realizmi yaratarak Katolikliği ihya etmişti. Heine adında Düsseldorflu bir küçük Yahudi çıktı, kurnaz ve neşeli cerbezesini, romantikler, idealistler ve Katoliklerle alay etmek yolunda kullandı.

İnsanlar politika,ahlak,din ve sanatın yüksek fikir ürünleri olduğuna, kese ve mide ile ilgisi olmadığına daima inandılar: Treversli ve Marx adında bir Yahudi çıktı, bütün bu çok yüksek ideallerin aşağı ekonominin fışkı ve gübresi içinde yetiştiğini ispat etti.

(…)Hepimiz kendimizin ahlak sahibi, tabii bir insan olduğumuza inanmışızdır. Frieberg’den bir Yahudi, Sigmund Freud göründü, en ahlaklı, en kibar asilzadenin içinde bir katil, bir cinsi sapık gizlendiğini keşfetti.

(…)Bütün dünya, dinlerin Allah ile insanın sahip olduğu en yüksek meziyetler arasında bir işbirliği neticesi meydana geldiğini kabul eder; Saint –Germain-en-Laye’li bir Yahudi Salomon Reinach dinlerin sadece vahşi tabulardan kalmış, muhtelif ideolojik maksatlarla kurulmuş bir yasaklar sisteminden meydana gelmiş olduğunu gösteriverdi.

(….)Ulm’de doğmuş bir Yahudi, Einstein, zaman ile mekanın aynı şey olduğunu, tam olarak ne zamanın ne de mekanın bulunmadığını(…)eski fizik binasının yıkıldığını tespit etti.

(…)Dikkat ederseniz ileriye ikinci derecede ya da meçhul isimler sürmedim. Bugünün aydın Avrupasının büyük bir kısmı bhsettiğim bu isimlerin etkisinin daha doğrusu büyüsünün etkisindedir.(…) tek bir ortak gayeleri vardır, o da kabul edilmiş hakikatlerden şüphe ettirmek, yüksekte olanı alçaltmak, temiz görüneni kirletmek, sağlam görüneni sarsmak, hürmet edileni ayaklar altına almaktır.

(…) Ekonomik cihetten hizmetçimiz, fikir cihetinden kurbanımızsınız. (…) ( GOG; S:51 ilaahir)

YANGIN MERDİVENİ

Yazar: Ali Ural


Yayınevi: Şule

Yıl: 2009

İlk basım: 2000

Tür: Öykü



Yazarın, Makyaj Yapan Ölülerden sonra bu ikinci kitabı bendeki. Sıra şiir kitaplarına geldi artık.



İlk kitaptaki uslup, tarz burada da devam ediyor.



Hani bir de buradan bakılmış/ bak şu işe/ hah, aynı benim de hissettiğim gibi/ böyle de mi söyleyebiliriz/ ne demek ki, bir daha okuyayım…. dediğim yerler oldu.



Bilenler bilir, Ali Ural Ali Ural’dır. Güzel Türkçe, özgünlük , “bir şey” anlatma derdi… Hassas bir bünyenin hassas, özgün dili…



Kitabın alt başlığı: Kaçış Hikayeleri. Ben ise “an”ın hikayeleri diyorum. Ve sonlar…Tersine dönen, birden çatallaşan,yön değiştiren sonlar…Keşke bu sonların hep farkında olabilsek diyorum kitabı bitirirken…



Biletsiz Yolcu, Barkod, Garson, Sanal Bebek, Tren, Protokol, Şemsiye,Mektup Açacağı … bol yıldız verdiklerimden. Kiminde incecik bir alay ve yergi, kiminde toplumsal yaralarımıza göndermeler, kiminde “eskimize” dair detaylar,kiminde mistik bir hava, kiminde şiirlere yakışacak satırlar…



E , hangi birini anlatayım şimdi, alıp okumak gerek!

BOSTAN

Yazarı: Sadi-i Şirazi

Yayınevi: MEB

Basım yılı:1967

Eserin yazıldığı tarih: 1257

Çeviren: Hikmet İlaydın



MEB'nın Şark-İslam klasikleri arasındaki bu eseri daha lisedeyken duymuştum; Gülistan ile beraber. Kitapçılara girdikçe aramış, bulamamıştım. 2. el kitap satan bir kitabevinde görünce aldım.



Çeviren, Sadi'nin beyitlerini düzyazıya çevirmiş, geniş dipnotlar ve açıklamalar düşmüş. Döneminin hükümdarına nasihatler içeren bu eserde Sadi,hikaye ve menkıbelerden faydalanmış.

Kitabı bitirmeden başka birine geçtiğimi itiraf ediyorum.

Gülistan'ın daha güzel olduğunu söylüyorlar. Umarım öyledir. Gerçi elimde yok şu an. Bostan'daki öğütler ise bence hala geçerli devlet yöneticileri için. Keşke tüm idareciler okusa bu tip eserleri; bulundukları mevkilere "halka hizmet" için geldiklerini ve herkese "eşit" davranmaları gerektiğini "unutmamaları" için.