ALTI TANE ADI OLAN ADAM - 2

Roger Catherineou via by SNİBE
Hayır, Neruda değil.  Rene Karl Wilhelm Johann Joseph Maria Rilke. Aşık olduğu kadının önerisiyle Rene'yi bırakıp Rainer'i ön ad olarak kullanan Rilke... Ama bak takıntı olacak durduk yerde, ille de Duino Ağıtları, Duino Ağıtları! Oldu mu YKY, Duino Ağıtlarını basmışsın ama elinde yok, kös kös durmaktansa bununla yetinmek zorundayım bir süre daha. (Bak zaten Çamur bileğime konmuş, klavyenin tuşlarına basarken ben, o da kuyruğunu titretip duruyor, bırak bu işleri der gibi bakıyor bir bana, bir ekrana. Zaten canım çıkmış bütün gün,abuk sabuk insanları ve sistemi bir günlüğüne yakından görmek bile yetmiş ben münzeviye, Rilke bile merhem olamaz,tamam len Çamur,bırakıyorum bu işleri de!)


ŞARA SAYIN’IN ÖNSÖZÜNDEN:

“…Dua Saatleri Kitabı adıyla Türkçe’ye çevrilen bu şiir kitabını Rilke, hayatında dönüm noktası olarak nitelenen Rusya seyahatinden hemen sonra, 1898’de yirmi üç yaşındayken yazmaya başlar, kitap 1905’ de yayınlanır. Rilke Rusya’nın uçsuz bucaksız doğasının ve sade insanlarının kendisini değiştirdiğini, orada varlığın onu özgürlüğe kavuşturan başka boyutlarını yakaladığını söyler.
Stundenbuch, Almanca’da, ortaçağda oldukça yaygın olan dua kitaplarına verilen addır. Ünlü ressamların resimleriyle süslenen bu kitaplar giderek soylu kişilerin huzura kavuşmak için sık sık  başvurdukları kitaplara dönüşür. Rilke’nin elimizdeki bu şiir kitabı da bir tür dua kitabıdır. Lirik Ben'in, bir rahibin, Tanrı arayışını, dualarını, sorularını, çelişkilerini anlatır.(…) Ancak Rilke’nin aradığı Tanrı, Hıristiyanların tanrısı değildir. Gerçekleştirilmesi gereken ortak bir etik anlayışı sunmadığı gibi, yaşamdan sonra bir hayat da vaat etmez. Rilke’nin Tanrısı Nietzche  ve romantizm geleneğinin, Rilke’yle çağdaş Kafka, Freud, Musil, Gustav Mahler ve daha pek çok ismin de yapıtllarına yansıttıkları bir değişimin, Avrupa kültüründeki çöküş olgusunun dışında düşünülemez.
Genç Rilke Tanrı’nın böylesine uzakta,gerçekliğin ötesinde, erişilmez bir yerde olduşundan yakınır; onu gerçeklikte, nesnelerde ve kendi içinde, öznede arar…”


ÇEVİRMENİN GİRİŞİNDEN:

“ Rilke’nin şiirlerinin tümünü göz önüne alacak olursak Dua Saatleri Kitabı hiç kuşkusuz en lirik olanıdır, çünkü şair henüz yirmili yaşlarındadır, coşku doludur. (…) Hep şairin vasiyeti diye adlandırılan Duino Ağıtları ise son derece sancılı bir yaratış sürecine sahiptir. 1912 yılında yazılmaya başlayana ağıtlar 1922 yılında tamamlanır.
(…)
Her türlü sahiplenme duygusundan uzak durmuş, hiçbir zaman bir ülkeye, bir kişiye, bir eve, bir eşyaya bağlanmamış, kendisine ait değil bir evi, bir masası, bir sandalyesi bile olmamıştır.
 ...........

Kitabın adı: Dua Saatleri Kitabı (Das Stundenbuch)
Yazarı: Rainer Maria Rilke (1875- 1927)
Çevirmen: Prof. Yüksel Özoğuz
Yayınevi: YKY (Kazım Taşkent Klasik Yapıtlar Dizisi)
Basım yılı: 2008

                     
                               Bir de şu şiir :

KAYGILANMAMALISIN, Tanrı’m. Benim derler:
Sabırla duran tüm nesnelere.
Dalları okşayan rüzgârlara benzerler
Ve derler: Benim ağacım.

Fark etmezler,tuttukları her şeyin kor haline geldiğini-

ALTI TANE ADI OLAN ADAM

Henri Cartier-Bresson; via by supruntu.tumblr.com



                                            KAYIP giderken o an, dokununca bana
                                            Parlak, madeni bir vuruşla:
                                            Titrer duyularım. Duyumsarım.: Muktedirim.-
                                            tüm boyutlarıyla günü yakalamaya.

                                           Tamamlanamaz hiçbir şey,ben bakmadan,
                                           durur tüm oluşumlar kıpırdamadan.
                                           Olgundur artık bakışlarım ve bir gelin gibi
                                           yaklaşır herkese arzu ettiği her nesne.



Tanrı’nın, bu çok eski kulenin etrafında,
dönüp duruyorum binlerce yıldan bu yana;
Ama bilmiyorum henüz, bir şahin miyim, bir fırtına mı
ya da büyük bir şarkı.






Canımız istediği gibi resmedemeyiz seni,
İçinden sabah çıkacak olan alacakaranlık
Eski boya çanaklarından çekip aldık
Aynı fırça darbelerini ve ışık huzmelerini,
Ermişler onlara sarıp saklar seni.

Resimlerden duvarlar koyuyoruz senin önüne;
Öylesine ki binlerce duvar durur çevrende.
Saklar seni çünkü ellerimiz,
Kalbimiz çoğunlukla açıkça görse de.

Photo: Eduard Boubat via by SNİBE


Yalnızca bir kez olsaydı  tam sessizlik.
Sussaydı tesadüfî olanla ortalama olan
Ve komşudan gelen gülüşmeler
Ve gürültüsü beynimdeki düşüncelerin
Beni açık ve uyanık olmaktan alıkoyan.


Bu dünyada yalnızım ama yeterince yalnız değil,
Kutsamak için her anı.
Bu dünyada azıcığım ama yeterince az değil,
Durmak için önünde senin bir nesne gibi,
Karanlık ve akıllı.
İstiyorum iradem olsun ve irademle yürümek
Eyleme giden yolda.
Ve sessiz,sakin,sanki çekingen zamanlarda,
Birşeyler yaklaşırken,
İstiyorum bilenler arasında olmak
Ya da yalnız kalmak.









İstemem hiçbir yerde bükülmüş kalmak
Çünkü yalan dolana benzer bükülüp kıvrılmak.

….




George Seferis; via by SNİBE


İki nota arasındaki suskunluğum ben,
Birbiri ile geçindiği söylenemeyen:
Çünkü ölümün notasıdır hep yükselmek isteyen-

Ama barışırlar karanlık arada
Titreyerek ikisi de.
Şarkı güzel kalsın diye.


ÇİSENTİ


İleri yaşına rağmen yazmış ve gayet güzel yazmış bir isim Nezihe Meriç.

Onun adını da yine ilk kez Selim İleri’nin Perisi Kaçmış Yazıları’nda okumuştum. ( Ya da O Yakamoz Söner’de) “Edebiyatın sayfalarında hak ettiği şekilde öne çıkartılmamış bir kalem diye düşünüyorum.” gibi bir şey demişti İleri. Doğru bulmuştum, çünkü sözde hikâye sever ben bu adı duymamış, üstelik de yazarın yüz sene evvel yaşamış bir yazar olup artık hayatta olmadığı vehmine (İleri’yi okuduğumda hayattaymış: 2007)  bile kapılmıştım.

Daha çok, en çok ve belki de hepsi, geçmiş hayatlara, anılara ait hikâyeler bunlar. Yormayan,diri,kısa,akıcı,sürükleyici, gündeliğin şamatasının ve geçmişin “acışmış”lığının içinde, şiirselliği akupunktur iğnesi gibi tam yerine değen-oturan  öyküler, yaşama sevincine değip geçmeyi ihmal etmeyen.

Arka kapakta, yazar “Öyküler yazmıyorum, öyküler yaşıyorum.”  demiş. Evet, bunu hissettim.

Yazarın çocukluğunu Anadolu’nun çeşitli yerlerinde geçirmiş olmasından olabilir dediğim, farklı kelime ve deyimlerin  kullanıldığı güzel bir Türkçe. Yazarın bir ikinci kişiyle ya da sizinle konuşuyormuş gibi kendini doğrudan öyküye dahil ettiği, hatta öykünün yazım aşamasında kendi düşündüklerine dahil ettiği hoş bir üslup. Hikâyelerin adlarından da üsluptaki farlılık anlaşılabilir. Yine arka kapağa göre bu kitap  Meriç’in öykücülüğünde yepyeni bir dönemeçmiş. (Önceki eserlerini

KENZABURO OE'NİN KİŞİSEL BİR SORUNU

Japon yazarlarından hiç okumamıştım. Arka kapağı okudum. Kitabın kısa olduğunu ve  üzerinde “1994 Nobel Ödülü” ifadesini görünce Japon edebiyatına başlamak için iyidir diye düşündüm.

En üstteki  ibareye dikkat :)* 
Ama kitap bittikten sonra arka kapaktaki “acımasız,ruhsal şiddet öğeleriyle dolu” gibi tabirlerin abartılı olduğuna karar verdim. (Gerçi bu devirde şiddete ve duygusuzluğa  olan aşinalığımız yüzünden de olabilir abartılı bulmam) Olsa olsa sorunlu,kişiliği oturmamış bir genç  adamın cinsel tatminsizliği başta olmak üzere diğer problemlerini  keşif ve kendisini kabulü ile babalığı kabul etmesi  serüveni diyebiliriz.  Yani klasik roman kurgularından “olgunlaşma kurgusu” söz konusu. Roman,üçüncü tekil kişi ağzından anlatılmış. Zaman dilimi ise bebeğin doğumundan itibaren üç gün.

Evet, Japon kültürünün kendisinden kaynaklandığını düşündüğüm bir aşırı saygının getirdiği duygusuzluk,donukluk var insanlararası ilişkilerde. Roman ilerledikçe bunun daha çok farkına varıyorsunuz. Belki de kahramanın ailesine özgü bir yabancılıktır; kahraman,karısı,öğrencileri,patronu, kayınpederi ve kayınvalidesi arasındaki bu soğuk, mesafeli ilişkiler. Romanın başlarında baba karakterini gerçekten duygusuz, soğuk ve donuk olarak

UNUTKAN


Ev cinleri koyduklarımın yerlerini sürekli değiştiriyorlar. Birini yakaladım; dört buçuk yaşında ve kan bağımız var. Ama o gelmeden önce de vardı bunlar, gittikten sonra da buradalar.
 **
Komşuya akşam uğrayacağım demişim, bütün akşam beni beklemiş. Yapmam öyle saygısızlık; yanlış duymuştur.

SİNİRLİ

Adamı nasıl korkutmuşsam   (sen işini peyder pey yaptın ya bir günde biteceği yerde beş gündür süründürdün, ben de senetleri parça parça ödeyeyim ister misin usta, diye bir cümle sarfetmiş olabilirim) babamın arkadaşı olmasına rağmen senetleri bankaya havale etmiş. Bu ne ki, bir gün daha oyalasaydı, dükkanının önüne gidip oturma eylemi bile yapardım.

**
Kaldırıma park etmiş arabaların lastiklerini geceleyin kesmek için uygun alet edevatı aklımdan geçiriyorum. Bir sonraki safhayı çizgiliyorum kafamın içinde: Görgü tanığı olmadan sıvışmak.

**
Komşunun, aklı noksanlaşmış zavallı oğlu gece gece “Allahu ekber” naraları atınca din kardeşi demeyip başlıyorum….

**
Kafesinden çıkmak için çırpınıp öten Çamur’u balkondan aşağı fırlatsam ölür mü diye düşünüyorum.

**
Pire için yorgan yakanları bizzat içimde duyuyorum: Selam size ey canlar!

DAĞINIK

Kitaplık raflarım karışmış. Yabancı yazarlar bölmesine Türkçe yazanlar, Türkçe eserler bölümüne de yeni gelen yabancı yazarlar karışmış. Jöle tüpü köşeye sıkışmış. Sözlüklerin ve meslekî kitapların olduğu rafta allık, vazelin, saç fırçası; bitişikteki komodinden iltica eden.

Takılarım yerlerine konmamış.

Kıyafetlerim üst üste asılmış.

Kapı arkasına tozlar birikmiş.

Masanın üzerine saçılmış halde kalemler keyif çatıyorlar. Esperanza, onlara yeterli genişlik sağlayamadığı için kalemlik vazifesi yerine biblo vazifesini icra eder durumda. Ona bu adı koyduğumda  -tamamen içten gelen,anlık bir karardı- kesinlikle “ümit” anlamına geldiğini bilmiyordum. Oysa yüzündeki ifadeye göre karar kılsaydım “İnnocencia” koyardım. (Annemin bana uygun gördüğü ad dışında kendime seçtiğim adın da İspanyolca olması tamamen rastgele idi, sadece fonetik olarak beğenmiştim. Onun da anlamı bana yakışmıyor pek. Bu; rastgele şeylerde şansım yok demek mi oluyor? Evet, öyle oluyor. )

Her halükârda Esperanza, kalemlere üzülüyorsa da, sayfalarının orası burası kıvrılmış, satır altlarına ve sayfa kenarlarına kurşun kalemle müdahale (hatta tecavüz) edilmiş kitapların dağınık yığınına üzülmüyor. Şurasını yazacaktım, burasını düşünecektim diye diye günlerce masa üstünde cıbıl cıbıl duran çileli kitaplardan benim kadar rahatsız olmuyor.

Camların  kirli olduğunu söylemedim mi?




YAZ DÜŞLERİ, DÜŞ KIŞLARI

Kitabın adı: Yaz Düşleri,Düş  Kışları
Yazarı: Tomris Uyar (1941- 2003)
Yayınevi: YKY
Basım yılı: 2008
İlk basım: 1981


Tomris Uyar’ı sadece oyun yazarı olarak bilirdim. Oyunlarını da radyo tiyatrosu olarak dinlemişliğim vardı sanırım (ben küçükkenJ) Böyle güzel bir hikâyeci olacağı –ne yalan söyleyeyim- aklıma gelmezdi.

Dokuz güzel hikâye var: Kuskus, Filizkıran Fırtınası, Metal Yorgunluğu, Beyaz Bahçede, Oyun, Bayırdaki Ilgım, Zula, Rus Ruleti, Kuşluk Rakısı.

ÖLÜMDEN KORKMAYACAK KADAR YALNIZIM...

Fotoğraf: Martinez Clares



DEMİR KAPIDAN GİRDİLER
YEŞİLKÖY
                   YOL
                            KADIN
Uğraş düzeninin koridorlarından geçtiler
         Artları sıra yürüdü
         Odalar
                   Pencereler
Birbirini arayıp buldular
Tüm ayrıntılarıyla…
         Kapılar
                   Anahtarlar
                      Kilitler
                            Yerine takıldı
                                      Kuruldu
                                               Çalışma Yüzeyi.

(…)
Ayrıca TAM BİR AŞK EFSANESİ…Lakırdı söylemenin tam sırası
Diye düşündü.
Aklında sinsice bir şeyler buldu.  Bildiği şeyleri KENDİNE saklayacaktı:
“SİZİ SEVİYORUM BARON BAHAR” dedi haince. Baron Bahar, “Bu,eski şarkıdır, je vous aime beaucop mademoiselle”
Diye cevap verdi ve yumuşak bir sesle yere düştü.
         Kadın yere düşen Baron Bahar’ı kaldırdı.
BANA NE SÖYLEYECEKSİNİZ?
Baron Bahar:

NO, MERCİ !



Genelleme yapmam gerekirse çoğunca Fransız filmlerinden sıkılırım. Ama Depardieu olunca iş değişir. Jean Reno da fena değildir, velev ki Leon'dan sonra. 
İKH, aşağıdaki bağlantıyı verince çok sevdiğim bu oyunu - ki TV tanıtmıştır onu daha çok- bir kez daha hatırladım. (Alıntılanan sahne sanırım 1990 Fransız yapımı Cyrano. )

                                      Cyrano-de-Bergerac-G.Depardieu-No-Merci

YANIK SARAYLAR

görsel mercankirtasiye.com'dan

Kitabın adı: Yanık Saraylar
Yazarı: Sevim Burak (1931-1983)
Yayınevi :YKY
Basım yılı: 2011
İlk basım yılı :1964

Sevim Burak adını - ilk değilse ikincidir muhakkak- Portreler Galerisi’nde duydum. Avni Özgürel’in hazırladığı bu güzel TRT belgeselinde Sevim Burak’ı izleyince Yanık Saraylar’ın   okuma listesine girmemesi düşünülemezdi.

Özellikle annesi ve kaptan babasının, evliliklerinin ilk yılını, gemilerde çalışarak geçirdiği bilgisi bana çok dokunaklı gelmişti. Bir yabancı gelin olarak annesinin durumu da. Ki bu kitaptaki Ya Rab Yehova hikâyesini annesine adamış Sevim Burak.

Yanık Saraylar, hakkında söylenen övgüleri hak eden bir esermiş. Okuduktan sonra kabul ediyorum bu gerçeği. 

Ancak öyle okuması kolay hikâyeler değil bunlar. 6 öyküden oluşan bu ince kitabı öyle bir çırpıda okuyup sindirmeniz biraz güç olabilir. Şiirli bir dili var Burak’ın. Dümdüz giderken mecazlara dalmış bulabiliyorsunuz kendinizi. Bilinç akışını çokça ve başarılı bir şekilde kullanmış bu güzel hikâyelerde. Biçim olarak da farklı yazılmış; büyük harfler,tek kelimelik satırlar, yerinde olmayan noktalama işaretleri…Biçimdeki bu “savruk” hava, içeriğin zaman zaman belirsizleşen, mecaz aranabilecek havasına uyuyor,destekliyor bu yapıyı. (Sevim Burak’ın yazma şeklinin hissedilmesi de söz konusu, ilgili link aşağıdaki röportajda)

Yıllara meydan okuyan bu öyküleri çok beğendim ben. O dönem fırtınalar koparmış bu hikâyeler ve üslup hâlâ özgün ve güzel. Şimdi yeniden okumaya gidiyorum.


 TRT’deki Avni Özgürel’in hazırladığı Portreler Galerisi hakkında:


BEN- LİK


Latincesi ‘ego’, Arapçası ‘ene’.

İnsanda hem iyi hem de kötü duygular vardır.

Bu sebeple insan şeytan gibi de olabilir, melek gibi de. Bu iki uca ulaşmak kendi irade yoludur.

İyi ya da kötü olmayı “iradesini” kullanarak kendisi belirler.

“İyilik” yaparak içindeki iyiliği güçlendirir, kötülüğü köreltip baskı altına alır.

“…İnsan mahiyetinde (TDK online, mahiyet: öz,vasıf,nitelik) çekirdek gibi, hem iyi hem de kötü duyguların fideliği olan bir merkez vardır. (?) Bütün insanlar bu iki merkeze ait duygularla donatılmış olarak bu dünyaya gönderilirler.

Dolayısıyla insan, iyi bir ailede doğar, iyi öğretmenler elinde yetişir ve daha sonra da iradesini iyilik doğrultusunda kullanırsa  içindeki o iyilik çekirdeği büyüyüp ağaç olarak onun ikinci bir kişiliği olacaktır… Artık o, ufak tefek asabiyetleri, kusurları da olsa (çünkü bunlar insanın özünde hep vardır) kötülüğe meyil vermeyecektir….

BENLİK KAZANMA SIRLARI:

İnsan, ben, benim hayatım, benim iradem, benim yaptıklarım, benim sevdiklerim…diye diye kendisine bir  mahiyet çizer. Bu mahiyetin çizilmesinde bir nevi fayda vardır. Çünkü insanın benliği Yaratıcının varlığına bir ayna, insan da buna şahit konumundadır. Tasavvufta buna esrar-ı hodî denir. Yani benlik kazanma sırları. Benlik kazanma sırları ile kendimize bir tasarruf sahası belirliyoruz.

Görüyor, duyuyor, anlıyor, yapabiliyor… olduğumuzun, kendimizin –kısmen- farkına varıyoruz. 

Ama sonra… bakar ki “hayat” dediği şey tamamen başkasına ait. Ne doğumuna hükmedebiliyor, ne ölümüne...

 Böylece kendine izafe ettiklerinden sıyrılmaya başlar ve “benlikten vazgeçme sırlarını” kavramaya başlar.

(...)Bir filozof  (Descartes) , “Bende namütenahilik (TDK online: (Far.) : Sonsuz, ucu bucağı olmayan) duygusu var. Halbuki ben mütenahiyim (sonluyum), çünkü doğuşum bellidir ve öleceğim. Bende sonsuzluk düşüncesi olmaması lazım, çünkü ben sonsuzluğu bilemiyorum. Öyleyse bu bende bir namütenahinin tecellisidir,” diye düşünür. O, bu sözleriyle mütenahiden namütenahiye intikal ediyor.

* Tasavvufa giriş okumalarımın başlarındaydı bu notlar.  Aydan Atlayan Kedi'nin bir yazısı ile de başka bir okumam çakışmıştı. (Hala giriş okumalarındayım,  ah Seval hoca, ah :))

**Soru işaretleri bana ait :)

2:FATMA ALİYE: UZAK ÜLKE



Kitabın adı   : Fatma Aliye: Uzak Ülke
Yazarı          : Fatma K. Barbarosoğlu
Yayınevi      : Profil
Basım yılı    : 2010
İlk basım yılı : 2007


Roman yazıyor kapakta. Evet, romanımız iki kısımdan oluşuyor. İlk bölümde Fatma Aliye’nin biyografik romanını okuyoruz. Sonra ise yazar kendi serüvenini yazıyor: Fatma Aliye’yi ararkenki kendisini. Yazarın yedi yılını bu araştırmaya verdiğini duyunca bu iki farklı kısım birbirine daha kolay eklenip uyumlulaşıyor. Her ne kadar F. Aliye seminerlerinin anlatıldığı bu son kısımda, zaman zaman sıkıntı bassa da, bir sonraki bölümdeki  bir olay, bir düşünce tekrar sizi kitaba döndürse de…

Yine de bir bütün olarak baktığımda kitabı beğendiğimi söyleyebilirim. Yazarın F. Aliye’ye olan merakının, hayranlık ve ilgisinin üsluba getirdiklerini (getirmiş olabileceklerini mi demeliyim, çünkü diğer kitaplarından okumadım hiç)  mazur görerek.

2009 itibariyle 50 liramızı şereflendiren F.Aliye ( resim ve bilgi: iyibilgi.com)

İlk kısım, F.Aliye’nin doğumunun (1862) anlatılışı ile başlamakta, hayatının dönüm noktaları diyebileceğimiz belli başlı olaylarının anlatıldığı zaman aralıklarıyla ilerlemekte. Bu arada F.Aliye’nin meşhur Ahmet Cevdet Paşa’nın kızı olduğunu hemen söyleyelim.

1: BİR UZAK ÜLKEDEN BİR FISILTI DUYMUŞ OLABİLİRİM

Bu yazı da, nasıl yazsam diye düşündüklerimden biri olacak: heyecan var,beğenme var,beğenmeme var, empati var… Kısa mı yazsam, uzun uzun mu anlatsam?

Birkaç farklı, kendimce çarpıcı başlıklar da buldum. Ama her bir bölümü bitirişimde aklımdaki başlık da değişti. Yine de kitabı merak ediş sebeplerimden başlayayım.

Altı ya da yedi ay öncesine kadar, bir dakika, kesin zamanı belirleyebilirim, evet : Ekim 2010’dan sonra – Danell Jones’un V.Woolf’tan Yazarlık Dersleri adında, heveskâr yazar adaylarını cezbetsin diye yazılıverilmiş ama içinde Woolf’tan esintileri barındırdığını inkâr etmeyeceğimiz bir “kitap’cık” elime geçtikten sonra (evet, kitaplarıma mutlaka elime geçtiği tarihi yazarım, kendi mahsulüm ex libriss’imi de çiziktiriveririm) – hiç ama hiç aklımda olmamışken bunca zamandır, “kadın yazar” kavramını kafamın içine sokmasından sonra …

Kavram değil, ayrım. Bir vakıa, elbette, kadının yazar olması. Ama ayrım da. O uzun kulaklı, güzelim gözlü hayvanın aklına karpuz kabuğu mu düştü desem, başladım “ Yahu şu kadın yazarlar nedirler, ne değildirler,in midirler,cin midirler … velev ki hemcinslerim” demeye… Kısaca böyle açıldı bu patika.

BENİM ADIM KIRMIZI

Kitabın şeceresini vermeden önce kısaca şunu söyleyeyim zira yazının tamamı uzun olacak gibi: Kurgusu güzel, dili sorunsuz, kolay okunacak ve minyatür sanatımız ile ilgili bilgilerin dercedildiği  bir roman okumak istiyorsanız Benim Adım Kırmızı’yı gönül rahatlığıyla önerebilirim. Ama derinliği olan, okuduktan sonra aklımda kalacak, gönlümde yer edecek bir şey olsun diyorsanız  bu 470 sayfayla hiç vakit kaybetmeyin derim.

Evet,benim beklentilerime göre hayal kırıklığı oldu. Belki yazıldığı-ilk basıldığı dönemde okusaydım daha orijinal bulabilirdim. Ama şimdi sıradan bir roman benim için. (Ali Ural’dan duyduğum o cümleler aklıma geldi son cümleyi yazdıktan sonra: Yüzyılların yaptığı seçime güvenin demişti, klasikleri öncelememizi salık verirken.)

Bu arada İskender Pala’nın – her ne kadar Pamuk’tan yıllar sonra yazmış olsa da- Katre- i Matem’i ile benzer kurgusu ve tarihi fonda geçmesi ortak özelliklerine rağmen, Katre-i Matem çarpı on kat sürükleyici gelmişti.

Kitabın adı: Benim Adım Kırmızı
Yazarı: Orhan  Pamuk
Yayınevi: İletişim
Basım yılı: 2007
İlk basım yılı :1998 (kitabın sonunda yazım dönemi şöyle belirtilmiş: 1990-92 ve 1994- 98)

Arkadaşım Şebnem Önem'e ait özgün tasarım bir minyatür
Beklentilerimin yüksekliğine ya da aşılamamasına sebepler ne olabilir diye düşündüm, daha kitabı bitirmemişken. Bir kere bu kitap sağda solda çok övülmüştü. Öyle ki henüz okumamış olmamı ayıp sayıyordum. Ayrıca Sessiz Ev’i beğenmiştim, her ne kadar önce Yeni Hayat’ı okumuş ve yıkılmış olsam da. Ama yılmadım – hele ki Nobel’i ülkemize kazandırmış bir yazardı kendisi – ikinci, üçüncü okumaları hak ediyordu. Bir de itiraf: sıkıntılı- sabırsız bir döneme de rastladı, kimi sayfaları tamamen okuyamadan atladım.(İlçe Kütüphanesinden ödünç aldığımı ve 15 günde geri vermem gerektiğini de belirteyim. Süreyi uzatıp kitabın bir onbeş gün daha sürünmesini de içim almadı. J)

Minyatür: Şebnem Önem
Romana geçmeden, beş-altı hafta önce, İstanbul’daki Sahaflar Çarşısı hakkındaki bir belgeselde, çarşının gediklilerinden birinin anlattığı anekdotu yazmak istiyorum: Zamanın birinde, sahaflardan biri, eline geçen birkaç el yazması için, ilgileneceklerini düşündüğü üç kişiye haber verir. Bunlar, Emre Kongar, Orhan Pamuk ve şimdi adını hatırlamadığım üçüncü bir araştırmacıdır.(İlber Hoca mıydı acep?) Bu kişilerden Orhan Pamuk önce davranmış ve hemen  sahafa gelerek yazmaları seçmiş yanlış anlamadıysam. Gerisini Emre Kongar şöyle anlatmış, sahafa, bir sohbet esnasında: “ İşte o yazmalardan benim bu (hangisini söylediğini hatırlamıyorum) kitap, Orhan’dan da Benim Adım Kırmzı çıktı.” demiş gülerek.


Roman 59 kısa bölümden oluşuyor ve her bir bölüm bir karakterin ağzından, okurla birebir konuşur tarzda yazılmış.  Misal 1. bölüm “Ben Ölüyüm” adını taşıyor ve daha ilk cümlede sizi meraka bağlıyor. Kitapta, bir ağaç resmi, bir köpek resmi bile birer bölüm ve haliyle anlatıcı. (Meddah’ın canlandırması hoş bir buluş)

KISKANÇLIK HAKKINDA

resim: yerliyersizmuhabbet blogundan

Kıskançlık insandaki kötü huylardan en köklü olanıdır. Dolayısıyla kurtulmak da çok zordur. Ancak maddi-manevi kötü sonuçları  ciddilikle düşünülerek bu kötü huydan kurtulunabilir. *


                                                                    (?)


Yeryüzünde ilk kan da  kıskançlık yüzünden dökülmemiş miydi?

....









( *A.Şahin,Kendi İklimimiz Kitabından)

İVO ANDRİÇ VE EX PONTO


Kitabın adı: Irgat Siman
Yazarı: İvo Andriç (1892-1975,Bosna- Belgrad)
Yayınevi: Cem Yay.
Basım yılı: 1983
Çeviri: İlhami Emin- Adnan Özyalçıner

İvo Andriç’i değil ama Drina Köprüsü kitabını – sadece ismen- lise birinci sınıftayken biliyordum. Edebiyat dersimizde hocamız bir vesile ile bahsetmişti.

Andriç’in Nobel’li (1961) bir yazar olduğunu, bu kitabın üzerindeki ibareden öğrendim. Sahafta gidip gelirken hep görüyordum ama elimdeki listede adı yoktu ve açıkçası kitabın ismi beni hiç çekmiyordu.

Geçenlerde listemdeki hiçbir kitabı bulamayınca boş çıkmak da istemedim. Her yeri uyduruk macera romanları, best-seller’lar doldurmuştu artık. Bu kitap tek seçenek olarak hemen önümdeki yarı boş rafta duruyordu.

Kitapta 3 uzun öykü var: Irgat Siman(40 sayfa), Jepa Köprüsü (12 sayfa) ve Anika Yaşarken (88 sayfa). Üçü de birbirinden güzel. Ama en çok Jepa Köprüsü’nü beğendiğimi itiraf ediyorum. Beni sarmalayıp içine çekti adeta.

Eski basımları bu yüzden seviyorum işte, sürprizli oluyorlar: En sonda Ex Ponto (Sürgünden Notlar) ile yazar hakkında iki inceleme eklenmiş. Andriç’in kişisel dünyası ve  yazarlığı hakkında kıymetli bilgiler içeriyor bu incelemeler. İlki Prof. Dr.Slvako Leovaç’a, ikincisi A. Özyalçıner’e ait.

Ex Ponto’dan başlamak istiyorum: Gencecik yaşında hapishaneye düşen Andriç’in bu sürgün yıllarında yazdığı bir eser. Onun hapishane değilse de sürgündeki ruh halini o kadar iyi anlıyorum ki…

“Ex Ponto, aynı zamanda Andriç’in ilk eseri. Düz yazı- şiirlerini toplayan ilk kitabı. Küçük küçük şiirsel parçalar biçimindeki bu notlar, batı edebiyatında yüzyıl başlarında pek yaygın olan bir türdü. Yazık ki bizim edebiyatımızda, düşünsel yanı pek hesaba katılmadan, yalnızca duygusal yönüyle ele alınmış zayıf örnekleri görülmüştür… Andriç’in bu ilk örneklerinde bütün bir Andriç vardır. Sonradan romanlarıyla hikâyelerinde geliştireceği ustalıklı anlatımı, doğayla yaşamı ele alıştaki yalnızlık acısı(…)”[Önsöz’den]

Beş yüzyıl boyunca Osmanlı egemenliğinde kalan topraklarda yetişmiş Andriç. Bu yüzden hikâyelerinde

GECELEYİN KÜTÜPHANE

"Northrop Frye  “Büyük bir kütüphane, dil yeteneğine ve telepatik iletişimin uçsuz bucaksız etkisine sahiptir.” demişti. Böyle sanrılarla yarım yüzyılım kitap toplayarak geçti."




Kitabın adı: Geceleyin Kütüphane
Yazarı : Alberto Manguel (1948,Buenos Aires)
Yayınevi: YKY
Basım yılı: 2008
Tercüme: Dilek Şendil

Baştan söyleyeyim, benim için okunmasa da olurmuş, kitaplardan biri oldu bu. Kütüphanede rastlayıp ödünç almıştım zatenJ Üstelik çeviride  de, tashihde de sorunlar vardı. Mesela tamlanan ekleri göze batacak şekilde- birçok yerde- eksikti. Kitabın dili de öyle yalın filan değildiJ Yazar ve kitap,kütüphane adları ve dipnotlarıyla dolu bir tür bellek dökümü…Bazı bölümleri okumadan atladım, öyle sıkıcı geldi. 

Yine de alıntıladığım  yerler oldu, yeni bilgiler de edindim.

Yazarın Borges’le olan yakınlığı ve bir makalede kitabın adını duymuşluğumdan merak etmiştim. Nitekim Borges’den de sıkça bahsetmiş... Sanırım ödüllü olan Okuma Sanatı daha iyidir?

Kütüphaneleri, kendi kütüphanesi ve onunla olan bağını anlatıyor Manguel. E- kitap ve kütüphane ile kağıt-mürekkep  kütüphanesi karşılaştırmasını da yapıyor.

Kitaptaki bölümlerden bazıları şöyle:  Mit Olarak Kütüphane, Mekân Olarak, Güç Olarak , Raslantı Olarak , Sağkalma Olarak, Kimlik Olarak , Yuva Olarak Kütüphane…

Ama sonuç bölümü ve bitiş cümleleri çok hoştu: (…) Peki ben kütüphanemin öyküsünün sonunda neyi arıyorum? Teselliyi belki de. Belki de teselliyi.

                                                                            *****

(…) Romalılar buraya, miladî tarihten önceki son yıllarda,şarap üreticisi bu bölgenin tanrısı Dionysos adına bir tapınak dikmişlerdi; on iki yy sonra Hıristiyan kilisesi, içkiyle kendinden geçmiş tanrının yerine, kanını şaraba döndüren tanrıyı koyacaktı.(s:15)

(…) Eğer söz konusu ikinci bir el kitapsa, bütün işaretlerini, daha önceki okurlarının yaptıkları karalamalarla geçtikleri yolu kayda alan, bir sayfayı işaretlemek için araya kona küçük not kâğıtları, bir otobüs bileti iliştiren yoldaşların izlerini olduğu gibi bırakırım. (s:24)

(…) Sanal kütüphaneyi kâğıt ve mürekkepten oluşan gelenekseliyle karşılaştırırken, aklımızda tutmamız gereken birkaç nokta var: okumanın yavaşlık,derinlik ve bağlam gerektirdiği;(…) (s:80)

(…) Marshall McLuhan (1911-1980, Kanadalı iletişim kuramcısı) “evrensel köy” kavramını  ortaya atan kişi imiş.

(…) Her kütüphane hem kucaklar, hem reddeder. Her kütüphane tanımı gereği tercih sonucudur ve alanını sınırlaması gerekir. Her tercih de bir başkasını dışlar, yapılmayan tercih olur. Okuma eylemi sonsuz bir sansür eylemiyle koşut gider. (s:103)

(…) Columbus öncesi Amerikasına ait kitapların yok edilmesi, iktidar olan kimselerin yazılı sözlerin yıkıcı yeteneklerinden duydukları korkuya örnektir. (s:116)

(…) Sansürcüler bilir, okurları okudukları kitaplar tanımlar. 11 Eylül 2001’in sonucunda ABD’de federal ajanlara, herhangi bir halk kütüphanesinden ya da kitapçıdan alınan kitapların kaydını ele geçirme yetkisi tanıyan ABD Yurttaşlık Yasasının 215. faslı kongre’de kabul edildi. Geleneksel arama izinlerinin tersine bu yeni yetkiyle ajanlar herhangi bir suça ilişkin kanıt göstermek zorunda ya da hedeflerinin bir zanlı olduğunu makemeye kanıt göstermek zorunda da değiller, (…) (s:118)

(…) Cicero arkadaşına yazdığı bir mektubunda şöyle demiş: Okumak ve yazmak bana teselli vermiyor, sadece uzaklaştırıyor. (s:159)




DE PROFUNDIS / EPISTOLA: IN CARCERE ET VINCULIS*


* (Hücrede ve zincire vurulmuş olarak)

Sevgili Bossie,
Uzun ve sonuçsuz bir beklemeden sonra, sana kendim yazmaya karar verdim; hem benim için iyi olacak bu, hem de senin için;  çünkü cezaevinde iki uzun yılımı senden tek bir satır ya da herhangi bir haber ya da bilgi almadan (bana acı verenleri saymıyorum) geçirmiş olduğumu anımsamak hiç de hoşuma gitmeyecekti.

Kötü talihli, acınası dostluğumuz, benim yıkımımla ve toplumca aşağılanmamla sonuçlandı; ama geçmişteki tutkunluğumuzun anısı, sık sık yokluyor beni; bir zamanlar sevinin kalbimde tuttuğu yeri şimdi sonsuza dek nefretin, burukluğun, küçümsemenin alabileceği düşüncesi, bana acı veriyor; sen, mektuplarımı benden izinsiz yayımlatmak ya da isteğim dışında bana şiirler adamak yerine, cezaevinin yalnızlığına gömülen bana mektup göndermenin daha iyi olduğunu, sanırım, anlayacaksın; ama gerçekte senin, yanıt vermek ya da benden istekte bulunmak için, üzüntü ya da tutku yansıtan, pişmanlık ya da ilgisizlik belirten sözcüklerden hangilerini seçeceğini kimse bilemez.

Kuşku duymadığım bir şey daha: hem senin yaşamından, hem  benim yaşamımdan ve hem geçmişten, hem gelecekten,hem acıya dönüşmüş tatlı şeylerden,hem mutluluğa dönüşebilecek acı şeylerden söz etmek zorunda kaldığım bu mektupta senin kendini beğenmişliğini derinden yaralayacak çok şey var. Böyle bir şey olursa, mektubu baştan sona tekrar ve tekrar oku ki senin kendini beğenmişliğini öldürebilsin. (…)

Böyle başlıyor Oscar Wilde meşhur De Profundis’e. Kendi koyduğu adla Epistola’ya (Hıristiyan azizlerinin dinî içerikli mektuplarına bu ad verilirmiş).  

Böyle sitemkâr bir açılışla girdiği mektup Lord Alfred Douglas’a, çöküşünün sebebi olarak gösterdiği “dostuna” yazılmış, bilindiği üzere. Onun çılgın isteklerine nasıl boyun eğdiğine şaşarak kendini de suçlu bulan Wilde uzun uzun yazıyor,hapishaneden, tamamı 1960’da ancak yayınlanmış olan bu mektubunda.

Bu suçlandırma-sitemlerin yanı sıra hapishane hayatının kendi bakış açısına getirdiklerini de çözümlüyor, anlatıyor Wilde. Yine uzunca bir kısmında İsa (hz.)’nın nasıl sadece varlığıyla estetik abidesi olduğu tezini açıklıyor.

Kendisinin  sanat anlayışına dair yazdıkları sebebiyle bile okunacak bir eser olmuş bu mektup. Zaten sık sık başta Dorian Gray’in Portresi olmak üzere eserlerine atıfta bulunup açıklamalar yapıyor. Kaldı ki Lord Douglas ile olan üç yıllık ilişkisini anlattığı kısımlar bile bir roman havasında; zira bir hayatın – hem de böylesine ünü dorukta iken bir sanatçının hayatının-  tek taraflı olsa da anlatımı başlı başına bir “hikâye”.

Üstelik bu hikâye tam anlamıyla  genç, bencil ve şımarık sevgilisi için servetini ve ününü harcayıp üstelik sanatını icra edemeyen, dibe vuran aşık hikâyesi, üstüne “hapisliğin” getirdiği olgunlaşma, bir nevi derviş düşünceleri. Önsözde de dendiği gibi; lanetli ermiş! İsa’ya “estetik” açıdan bir hayranlık (buraları kavrayamadığımı itiraf edeyim, el yordamıyla işte,belki ikinci okuyuşaJ) ama kiliseye,topluma, her türlü kurala ve sıradanlığa karşı oluş; ün ve servetini kaybetmenin ve gururun incinmesinin sebep olduğu acıların tazeliğini kaybetmemesi, iflas, çocuklarından ayrılmasının derin kederi vb. ile satır aralarında parlayıp geçen kibir ve ego, ama bir kabulleniş ve  hayatın “bu tarafının” yani kederin, sanatçıyı yücelten ve olgunlaştıran asıl şey olduğunu keşfettiğini söyleyiş… Böyle ithamkâr ve sitemkâr bir mektuptan sonra yine yıkımcı sevgiliye dönüş… Çelişkiler…Ha bir  de Yunan  sanatı hayranlığı.

Üsluba gelirsek elbetteki Wilde gibi bir sanatçıdan  güzel bir “edebi” mektup (her ne kadar kendisi bunu bu amaçla yazmadıysa da) bekliyorduk ama umduğumdan daha güzel çıktı. Cümleciklerle bağlı uzun, devrik yapının hakim olduğu bir dil. Tabii çevirmenin iyi iş çıkardığını anlayabiliyoruz.
 Kitabın adı :Mektup; De Profundis
Yazarı: O. Wilde
Çeviren: Yaşar Günenç
Yayınevi: Yaba
Basım tarihi: 1996
Not: Yazımın devamı uzun alıntılar içermektedirJ

OLAĞANÜSTÜLÜK VE ZAMAN


Toprağa attığımız bir buğday ya da mısır tanesinin üzerinden aylar geçmeden yine birkaç saniye içerisinde büyüyüp geliştiğini ve başakların ya da mısırların gözümüzün önünde görülür bir hızda belirdiğini fark ettiğimizde bir mucizeye şahit olmuş olmaz mıyız! Eğilip ellerimizle diktiğimiz fidanın animasyon filimlerde olduğu gibi daha biz ayağa doğrulmadan hemen dallanıp budaklandığını ve bir ağaca dönüştüğünü görsek heyecandan neredeyse küçük dilimizi yutmaz mıyız? Peki tahılın üzerinden mevsimler geçerken büyümesi ya da fidanın yıllarca sonra koca bir ağaç olması ile bu büyümelerin çok kısa bir zamanda gerçekleşmesi arasında hangi fark(lar) vardır? Bence arada farklar yoktur. Fark vardır. Aradaki tek farkı söyleyeyim; zaman! Bize bu olayların olağanüstü görünmesi sadece zamanla ilgilidir. Zamanı devreden çıkardığımızı düşünelim bir an. Geriye olağanüstülük adına, mucize adına ne kalır?… Hiçbir şey…
(...) Başka bir açıdan bakalım bu kez. Zamanın olmadığını varsaydığımız anda nefes almamıza gerek var mıdır? Hayır! Çünkü artık sadece bir an söz konusu olduğu için anı yaşamış olmanın dışında başka bir hayat şartına ihtiyaç kalmaz. Zamanın sıfır olması, bir başka açıdan sonsuzluğa ulaşması olarak da algılanabilir. Zamanın olmadığı bir yerde var olmak söz konusu ise, bunun başka şartları olmalıdır. Belki parçacık fiziğini ve matematiği dışarıda tutmak gerekebilir ama bilinen klasik fizik, biyoloji ve kimya kuralları bu durumu çözmeye yetmez!  Çünkü ağaç ve yara örneklerinde belirttiğim zamansızlık söz konusu olduğunda çok yüksek bir hız da söz konusudur. Fidan zamanın olmadığı anda sonsuz hızla büyüyecektir. Yara sonsuz hızla iyileşecektir. İyileşen yara belki de hiç yara haline gelmemiş gibi olacaktır. Güneş ışığının yanında hava, nem, topraktaki mineraller gibi bütün bu olaylara neden olan etkenler de sonsuz hızla işlevlerini yerine getirecektir.


"Her şeyin hareket halinde olduğu evrende bize bir sabit lazım diyen Einstein o sabiti buldu. O da ışık hızıdır.(...)Yani şunu demek istiyorum, mesela ışığa bir fenerden çıktığı anda ister arkadan bakın, ister karşıdan bakın, ister değişik başka açılardaki mekânlardan bakın hızı aynıdır. Saniyede 300.000 km! İşte izafiyet teorisi, klasik fizikteki mekân sabitliğini ortadan kaldırıp tek sabitin ışık hızı olduğuna dayanan bir teoridir.

"Aynı şekilde güneşin bize olan mesafesi hesaplandığında bizi ısıtan ve hayat kaynağı olan o ışığın sekiz dakikada dünyamıza ulaştığını artık biliyoruz. Yani diğer yıldızlara göre çok yakın olmasına rağmen güneşin bile ancak sekiz dakika önceki halini görebiliyoruz."

"Araçtakine göre ise tam ışık hızında zaman tamamen durur. Hem zaman, hem mekân ortadan kalkar. "


TAŞ KALPLİ MİYİM?

Bunu özellikle, çok bilinçli bir irade ile yaptım: Ne televizyon seyrettim, ne radyo dinledim, ne internette araştırdım, ne gazete alıp okudum, ne de bloglardaki yazılara baktım. Hiçbir şekilde bir “enformansyon”a kapılarımı açık bırakmadım. Zira onun gelip beni bulacağını biliyordum: Evde ya da dışarıda konuşulanlar, kulağıma çalınanlar, gazete bayisinin yanından geçerken gözüme çarpan koca koca manşetler, facebook’taki gönderiler, bloglardaki başlıklar… yeterince enformatikti.

Kesinlikle unutmuyorum, 1. Körfez Savaşı ile hayatımıza girdi “habercilik”. (Lanet olasıca, girmez olaydı.) Her saat başı haber, her an bir “son dakika haberi ya da bağlantısı”…O zamanlar elbette farkında değildik olayın tehlike boyutunun, yanı başımızdaki bir savaştan her saat başı haberler alıyor olmak çok rahatlatıcıydı sanırım; tehlikenin bize ulaşmayacağını mı garantiliyorduk ekran başlarından o savaş görüntülerini izlerken? Ben orta sonda, derslerimle boğuşurken, garip tavırlı ve konuşuşlu müzik öğretmenimizin bir gün derste “Evlerinizdeki haritalara son kez bir bakın,belki de bu haritalar değişecek.” diyerek bizi konuya (savaşa) uyandırdığını anımsamaktayım şu an.

Ama sonraki yılları, sonraki yılların “haberciliğini” çok daha net hatırlamaktayım. Ve Amerika Birleşik Devletlerinin körolasıca bir armağanı olarak kaldı dakika başı haber, iğrendirinceye kadar hem de. Ya  aynı haberi, sanki bugün olmuşçasına, kesin tarihini vermeden, üç gün boyunca yayınlama “üçkâğıdı”. Bir de kanal sayısını düşünelim, tam bir permütasyon problemi! Daha kötüsü var: son örneği ile, manşetten, kocasının bıçakladığı vücuduyla bir kadın...Vahşice işlenmiş bir başka cinayetin detayları,şöyle şöyle yapmışları, bunu hiçbir “olumsuzlamaya” gitmeden “tarafsız” bir şekilde vermek…Başka örnekler ister mi? Bir korku filmiymiş, biz de izlemişiz, bitmiş gitmiş gibi. Yok canım, alt tarafı bir haber, bir kurgu bu, kim etkilenir ki; ne korkmaya,ne düşünmeye, ne problemi çözmeye gerek var! Flash flash yayınlayalım gitsin...[Bırakın çocukları, hiçbir yetişkin ruhu böyle haberlerden, kurgu da olsa filmlerden bir şekilde etkilenmeden kalamaz. Bu etki mutlaka ki olumsuzdur. Bu etkiyi nasıl tolere/absorbe/modifiye/… edeceği ise kendine bağlıdır; yani şansa! Çünkü bizim ülkemizde insan “şansa” bağlı! Doğumu, yaşaması, ruhî ve karakter eğitimi…her şey “Saldım çayıra,mevlam kayıra” usulüne göre gitmiyor mu? Gördüğü şeyin doğru olmadığını haykıracak ve bunun için savaş mı verecek, bunları olağan ve doğru mu kabul edecek? İnsan hayatının kıymetsiz olduğu mesajını vermiyor mu tüm bu haberler,yayınlandıkları bu şekilleriyle?]

Şu anda da, ilk paragrafta belirttiğim şekilde davranmış olmama rağmen, terör saldırılarını, bu konudaki birçok noktayı; askeri ya da dış işleri stratejimizin ne olması gerektiğini (adeta bir uzmanmışım gibi; ki bu uzmanlık ne kolay bir ünvan oldu,değil mi?); Van depremini, depremden saatlerce sonra sağ çıkarılanları,hatta bunlardan birinin ’99 depreminde, bir çocukken ailesini kaybeden bir öğretmen olduğunu… biliyorum işte. Bayraklara sarılmış tabutları, gözyaşları içindeki ana-baba-kardeşleri, hangisinin sahte, hangisinin gerçek gözyaşı döktüğünü; enkazların önünde resimleri çekilmiş perişan çocukları… Tüm bunları ve benzerlerini, hüzünlü müzikler eşliğinde an be an beynime yollayan “enformasyonun, haberciliğin” kurbanıyım. Müşterisi değilim, kurbanıyım.

Ve evet, gözlerim yaşardı ama tek bir damla göz yaşı dökmedim.

Sadece inancım gereği “ölenlere rahmet okudum” gıyablarında, Yapabileceğim tek şey bu çünkü onlar için. Bir de deprem için yardım mesajı yolladım. Evet, bunu da yapabilirdim, yapmalıydım,yapmamam için bir sebep yoktu, yapmak istedim,yaptım. “Deprem örneği, biraz farklı aslında” denebilir. Sürekli gündemde tutarak yardım toplanması vb. için iyi, diye düşünülebilir. Hiç de değil; bu kadarı fazla çünkü. Bir zaman sonra,amacını aşan,bıktıran,duyarsızlaştıran yayınlar oluyorlar artık! Bence işin bu boyutu – tüm habercilikler- için düşünülmeli artık.

Yoksa taş kalpli miyim?

ZAMAN HAKKINDA



* Zaman, itibarî bir şeydir, onun vücudu yoktur.

TDK online : itibarî (ar.) : Gerçekten öyle olmadığı halde öyleymiş gibi sayılan, saymaca; fiktif.

* Zamana değer, hayatiyet ve canlılık kazandıran şey, o zaman zarfı içinde yapılan şeylerdir.

* Kehf Suresinin Açıklamalarından (Tefsir):

…Aradan uzun bir zaman geçer. K.Kerim’de bu süre kamerî takvime göre 310, güneş takvimine göre 300 senedir. Kur’an, bu ayetiyle bu farka işarette bulunarak bir taraftan da zamanın izafiliğine işaret etmektedir.


İzafi (Ar.) : Varlığı başka bir şeyin varlığına bağlı bulunan, mutlak olmayan, göreli, bağıntılı, göreceli, nispi, rölatif

KIRKINCI KAPI, HOŞ GELDİN ...


Dikkat, bu bir reklamdır :))

Yeni bir kültür- edebiyat sitesi perşembe günü itibariyle yayınına başladı. Yazarları arasında bloglarından tanıdığımız kuvvetli isimler de var. Daha ilk yazılardan farklı bir site olacağının sinyalini verdi bence. Umarım hep böyle ve daha iyiye gider, ben de o seviyeyi tutturabilirim :)

İşte Kırkıncı Kapının düsturu:

Inventas vitam iuvat excoluisse per artes. Ab imo pectore.*
(*)Bırakın sanat ve bilimle hayatı güzelleştirelim. Kalbin derinliklerinden, dürüstlükle.

Buradan gidebilirsiniz:
http://www.kirkincikapi.com/baslamak/

NE YAPSAM BİLEMİYORUM...

 Sıkıntı,üzüntü,delirti...


CENAZEDE BLUES


Tüm saatleri durdurun, telefonu kesin,
Köpeği havlatmayın arkasında sulu bir kemiğin,
Piyanoları susturun, ve çalarken boğuk sesli davullar
Tabutu çıkarın dışarı, gelsin yas tutanlar.

Uçaklara inleyerek daireler çizdirin göklerde
Yazarken bu haberi, "O öldü." diye,
Siyah fiyonklar takın beyaz boyunlarına güvercinlerin,
Trafik polislerine siyah eldivenler giydirin.

O benim Kuzey'imdi, Güney'imdi, Doğu'mdu ve Batı'mdı,
Çalışma haftam ve Pazar rahatımdı.
Öğlem, gece yarım, konuşmam, şarkım;
Sevgi sonsuza dek sanırdım, yanıldım.

Yıldızlar artık gereksiz, söndürün hepsini
Ay'ı paketleyin, parçalayın Güneş'i
Dökün okyanusu, süpürün ormanı
Artık hiçbir şey güzelleştiremez hayatı.

Wystan Hugh AUDEN

Çeviri: Hande TEKİN


AYRI DÜŞEN DE'LER VE DİĞERLERİ...

      
 Severek okuduğum bloglarda da rastlayınca üzülüyorum. Şimdi öyle güzel bir konu ve üslupla yazılmış oluyorlar ki tutup yorum kısmına "Ama bu "de" ayrı yazılan "de", buradaki "de" sertleşmeyecek,  bu "ki" bitişik olanı..." diyemiyorum. Üstelik bir kereliğine değil, sürekli aynı hata söz konusu. Oysa içeriği  güzel olan bir yazının imla ve dilbilgisi kuralları ile uygunluğu onu dört dörtlük hale getirir, değil mi?

Böyle kuvvetli kalemlerin dilbilgileri eksik demek haddim değil  ama çalakalem yazmaları iyi  olmuyor :)


Karikatür kaynağı (ekstra bilgi dahil) :
http://www.tahinpekmez.org/?m=show&sa=6430


      

IAN McEWAN: SİYAH KÖPEKLER

                                       
Kitabın adı: Siyah Köpekler
Yazarı: Ian McEwan (1948 -…)
Yayınevi: Arion
Basım yılı: 2002
Kitabın ilk basım yılı: 1992

Jeremy’nin gözünden; kayınbabası Bernard ve kayınannesi June’un, evliliklerinden kısa bir süre sonra boşanmadan ayrı yaşamalarının hikâyesi.

Ciddi, düzgün bir anlatım, her iki tarafı da dinleyen- anlatan-anlamaya çalışan bir adamın cümleleriyle yazılmış. Taraf derken romanda Bernard ve June iki ayrı hayat felsefesini temsil etmekte, asıl taraflar bu iki dünya görüşü: Bernard’ın komünist parti üyeliği ile mücessemleşen “sadece akla dayalı, yaratıcı ve müdahaleci bir Tanrı’yı kabul etmeyen dünya görüşü” ile “aklın dışında bir enerji ile, sevgi ile tanımlanabilen bir Tanrı’yı bulan” bir dünya görüşü.

Romanın konusunu bu şekilde özetleyelim. Jeremy, eşinin ailesinin, özelde annesinin hayat hikâyesini yazmak istiyor. Bunun sebebi, çok uyumlu bir eş iken June’nun daha balayında yaşadığı bir olay  –onun tabiri ile deneyim- sebebiyle 180 derece ters dönerek eşi Bernard’dan çok farklı bir hayat tarzı seçmesi, Fransa’da bir dağ köyünde satın aldığı ağılı eve çevirerek orada tabiatla iç içe ve meditasyon vb. üzerine çalışarak yaşamını sürdürmesi.

Girişte Jeremy’nin hikâyesi de kısaca anlatılıyor. Roman bittikten sonra bana gereksiz gibi geldi bu bölüm. Romanda bu girizgahın sebebi ise Jeremy’nin başka ebeveynlere,onların hayatlarına ilgi duyması, dolayısıyla June’un hayatına burnunu sokarak anılarını yazmak isteyişinin açıklaması olarak belirtilmiş. Bu arada yazarın June’un başından geçenleri her bölümde parça parça anlatıp sonuna dek açıklamayarak merak unsurunu diri tutması gayet başarılı. Bir dikkatimi çeken nokta da, benim hayal meyal hatırladığım Berlin Duvarının yıkılışının bir bölümde fon olması.

İrdelediği konuda suya dokunuyorsa da sabuna dokunmuyor McEwan :) Yine de okunabilir, güzel bir roman. Not: Çeviriden mi, orjinalinden mi bilinmez bazı cümleler yorucuydu.



TAŞ KAĞIT MAKAS :AYFER TUNÇ


Güzel bir hikâye kitabı ile daha karşılaştım,arka arkaya iyi oldu bozuk moralim için. (Gerçeği söylemek gerekirse nükseden hafif şiddette depresyon)

İlk basımı 2003’de (YKY) yapılmış bu kitabın bendeki baskısı 2010, Can Yayınları.

Üçü uzun olmak üzere dört hikâye var Taş- Kağıt- Makas’ta. Hemen söyleyeyim ben olsam kitabın adını Suzan Defter koyardım, Taş-Kağıt- Makas değil. Kitaptaki en uzun (rahatlıkla minyatür bir roman diyebiliriz) hikâye Suzan Defter. Bilindik tarzda kırık hayatlar ama güzel anlatıldığı için hiç mi hiç sıkmıyor diye hemen de yorumumu yapayım.

Dört öykünün de temel çekirdeği (belki çıkış noktası) psikiyatrik bozukluklar üzerine kurulmuş: Kaybetme korkusu ( ki ilk hikâyemizin tastamam adı da bu), zararsız gibiymiş görünen bir taklit oyununun bir çiftin evliliğinin felaketle sonuçlanmasına (başka sorunlarla birlikte) sebep olması, cinsel sapkınlık (sübyancılık), ve çok sevdiği ağabeyini, sevgilisi ya da eşi vb. ile paylaşamayan bir kızkardeş…

Kaybetme Korkusu 5 bölümden oluşuyor, Avlu ile başlayıp yine Avlu’ya dönüyor. Daha üçüncü sayfada Rear Window ile olan göbek bağı dikkatimi çekti: İpsiz sapsız (benim tabirimle) insanların yaşadığı dairelerin baktığı bir arka avlu tasviri… İçindeki “kötücüllüğü” ve kendi gibi “kötücül avluyu, insanlarını” gizlice izlemekten duyduğu zevki itiraf eden yazarımız “korkunç bir şeye” tanık olur bir gün. Derken “korkunç şeyin” öznelerinden biri kapısını çalar bir akşam ve başlar ağlayarak hikâyesini anlatmaya. Hikâye içinde anlatılan bu hikâye bana daha inandırıcı ve yakın geldiyse de bir masal havası da eksik değildi. Tamamen farklı bir hava tercih edilmiş diyelim buna. Lakin avluda yaşayan insan tiplemelerinden çok uzakta olduğum (tanımadığım, böyle hayatların olabileceğine inanmak istemediğim ) için içine giremedim, ve dediğim gibi Rear Window’u izlemiş biri olarak benzerlik (muhtemelen bilinçli bir tercihti ama ) hoşuma gitmedi :)

İkinci hikâyemizin adı Taş-Kağıt-Makas. İnandırıcı gelmese de anlatım ve akıcılık çok güzeldi. Liseden arkadaş iki adamın yıllar içinde birkeç kez karşılaşmaları ve bir yangının gizeminin anlatılması, böylece bir hayatın gizeminin çözülmesi desem çok basit bir cümle olacak ama bırakayım dağınık kalsın:)

Fehime’de, Fehime ve kardeşi Taha’nın bir Amerikalı turist tarafından –işbirlikçisi Türk “abi” sayesinde - kaçırılarak tecavüze uğramaları, Fehime’nin dilinden, bilinçakışı tekniği ile anlatılmış. Konusu bakımından zaten tokat gibi olan, kitabın en kısası bu hikâyeyi bir çırpıda okudum.

Gelelim Suzan Defter’e: Ekmel Bey ve Derya’nın günlüklerinden birkaç haftayı okuyoruz burada. Sürekli kendilerini,ailelerini,geçmişlerini irdeleyen ve kendilerini eve kapatmış olan Ekmel Bey ve Derya bir şekilde karşılaşırlar ve Ekmel Bey’in teklifi üzerine Derya hergün Ekmel Bey’in evine gelerek konuşmaya,arkadaşlık etmeye başlarlar. Bir nevi konuşma terapisidir bu onlar için. Ve konuştuklarını günlüklerine yazarlar her akşam. Yalnız Derya kendisini ağabeyinin ilk aşkı Suzan olarak tanıtır ve hikâyeyi Suzan’ın ağzından anlatır, ona yaptığı haksızlığı da itiraf etmiş olur böylece. En sevdiğim öykü bu oldu. Ayfer hanım bunu tek başına yayımlasaymış bile olurmuş bence . Yalnız iki günlüğün birinin solda, diğerinin sağda yazılarak verilmesi okuyucuya sıkıntı vermekten başka bir işe yaramamış. Evet ilk başta “N’oluyoz ya, kim,neyi anlatıyo?” deyip bir şaşkınlık yaşıyoruz ama beş-altı sayfa sonra keşfediyoruz. Dediğim gibi sadece eziyet. Gerçi benim gibi yapmayanlar yani  hem sağı hem solu birarada okumayacaklar için daha az zahmetli olabilir ama sanmıyorum.

Konuları böyle kabaca özetledim ama dediğim gibi güzel cümleler,buluşlar,detaylar var Ayfer Tunç'un anlatımında.

İyi bir kalem Ayfer Tunç. Son kitaplarına bakıp kararımızı pekiştirmek umuduyla herkese iyi günler efem.


Not: Bir internet sitesinde kitap hakkında bir yazı gördüm. Orada Taş-Kağıt-Makas hikâyesinde çiftin çocukları olduğunu ve problemlerin böyle başladığını yazmış yazıcı. Dikkatinden kaçmış, çiftin çocuğu olmuyor, bir gün kadın kocasına bir kız çocuğu edasıyla cevap veriyor. Oyun böyle başlıyor,derken koca erkek çocuk gibi konuşup davranıyor, bir gün baba-kız oluyor çift, bir gün ana-oğul. Tekrar bir çift olamıyorlar. Ve dipte yatan problemler açığa çıkıp daha derinleşiyor…



YILDIZ RAMAZANOĞLU, YAYINEVİNİZİ DEĞİŞTİRİN LÜTFEN!

“Dün sınıftan en beğendiğin çocuk, şiirinin yayınlandığı sayfayı kıvırıp üste getirerek, adını bile göremediğin bir dergiyi sıranın üstüne bırakmıştı “Bakın bakalım” diyerek. Aslında senin önüne konması tesadüf değildi, ilk senin görmeni istediği çok açıktı. Bunu yaydığı ısıdan anlamıştın, anlardı her kız böyle şeyleri. Bir an yoğunlukla gözlerine de bakmıştı zaten. Bir andan da kısaydı belki ama anlardın. Anlaşılan bir şiiri yayınlanmıştı ilk kez. Daha elini süremeden,sadece sayfadaki başlığı görmüşken bir başka kız çekip alıverdi dergiyi,sınıfın içinde elden ele kaybolup gitti yapraklar, yalan olmuştu her şey bir anda. Bir tek başlığı kalmıştı aklında: Vakti Geldi. Olanları göz ucuyla ve çaresizlikle izlemişti çocukcağız.” (Şairle Randevu'dan)


Daha ilk hikâye biter bitmez yazmak istediğim kitaplardan biri oldu bu: Angelika.

Yazarın ismini duymuşluğum vardı, hikâyeci oluşu önemliydi benim için. Bir de bir röportajdaki cevapları, sivil toplum hareketlerinde aksiyoner kimliği (bu kimliği Hüküm hikâyesinde de rahatlıkla görüyoruz) hayal-meyal kalmış aklımda. İnternetten adını aratınca bazı makalelerine,röportajlara rastladım. Kitaptaki dili ve samimiyeti gördüm oralarda da.

Kitabını almakta gecikmemin iki sebebinden biri yayınevi. (Bu konuda(yayınevi) ekşisözlükten edindiğim ve test edip onayladığım bir başka “hırsızlık” notunu en alta koydum* .Bakınız efem :))

Yayınevine olan “garez”im dışında böyle bir kalemin daha iyi tanıtılması gerekir diye de düşündüğümden başlık böyle oldu. Gerçi “belli bir kesim” tanıyordur (zira baktığım kaynaklarda “İslamcı” etiketi var sıfatlarının en önünde, yine kendisinin bu konudaki bir soruya cevabını dipnot olarak veriyorum** ) ama kesinlikle daha geniş okur alanını hak ediyor Yıldız hanım.

Yazarı bırakıp kitaba geçmeliyim hemen.
7 uzun hikâye var yazarın bu son kitabında. Hepsi de birbirinden güzel. Uzun uzun anlatmak istiyorum doğrusu. Yazarın samimi, esprili üslubu kadar içerik,göndermeler de başka güzel geldi bana. Günlük,hepimizin yaşadığı detaylar,hisler ve belki çelişkiler, güzel bir anlatımla yerini buluyor öykülerde. Her paragraf dolu dolu. Akıcı. (Tabii kadınlık hallerine,toplumda kadın olmaya dair şeylerin çok olması da sevdirmiş olabilir içeriği bana. Ama dil ve üslup göz ardı edilemez.)