* * * * * * TARAS BULBA * * * * * *

Adı: Taras Bulba
Yazarı: Gogol
Basım yılı: 2002
Yayın evi: Bordo -Siyah
Çeviren: Nur Nirven

9 yıl önce ilk okuduğumda da sevmemiştim. Savaşmaktan gaddarlaşmış, dediğim dedik bir babanın ve insanlarının hikayesi çünkü. Ama işlenen her konu, kaba tabirle çiçek- böcek; lay lay lom olacak değil tabii , o ayrı bir şey.

Gogol’a lafım yok; dupduru bir üslupla boğmadan,kıvrakça anlatmış.

Yalnız bazı yerlerde elimdeki kitap kısaltılmış mı diye de düşündüm doğrusu, Andrey’in kıza olan hislerinin, kuşatma esnasında taraf değiştirmesindeki aniliğin irdelenmemesi gibi sebeplerden. Bir dönem bazı yayınevleri (tabii ki kendine yer edinmiş köklü yayınevleri değil) çok kesinti yapmışlardı bazı klasiklerde. Bu da onlardan mı, yoksa konusunu aldığı Kazakların duygusuz,anlık yaşamlarının anlatımını güçlendirmek için mi Gogol böyle yazmış?
Kitapta Gogol bariz taraf tutmuş: Bu savaş romanında Kazaklardan yana hep (ki onlar has güneyli Ruslardır) Lehlerden, Tatarlardan ya da Türklerden yana değil :)

(Can yayınlarından çıkanın arka kapağında da yazıyormuş zaten, Ukrayna ve Kazak kültürüne bağlılığının simgesi filan…canım zekiyim işte,okuduğumu anlarım!)

Kazakları da Türk boyu bilirdim ya neyse. Gerçi davranışları ve kel başlarındaki uzun perçemleri ile Moğolları daha çok andırıyorlar. Hoş, romanda geçen atamanlar olsun, savaşa anında hazırlanışları, atlara düşkünlükleri vb. olsun Türk kültürünü hatırlatıyor ama kitaptaki bu Ortodoks Kazaklar Gogol tarafından sürekli Rus olarak anılmış; Rus İmparatorluğuna bağlı olmaları sebebiyle mi öyle yazdı bilemem...Çok da mühim değil, komşu coğrafyalarda yaşayanların kültürleri de komşu olacaktır zaten:)

Şu ki annem övgü tonu minnacık, yergi tonu kocaman olarak “Kazak erkeği” derdi, gerektiğinde, herhangi bir adam için. Maço lafını bilmezdik biz yani:) Ben de anneciğime katılıyorum: Kendi evladını gözünü kırpmadan ama vatan- millet –din uğruna,ama şan şeref uğruna öldüren şanlı bir komutan… bu bana soğuk geldi, ki romanı okuduğumuzda Kazakların gerçek manada bir şeref, vatan aşkıyla değil, içlerinden gelen bir “dürtü” ile savaştıklarını, bunu yaşama biçimi haline getirdiklerini görüyorsunuz. Daha ortada bir savaş yokken Taras’ın gurbetten gelen oğullarını analarıyla bir gün bırakmadan alıp “sözde” kışla Zaporojye’ye götürmesi, benim gibi bir hanım kedisini elbette ki buz etmiştir:)

Dikkatim çeken bir şey de  - Ölü Canlar’da da vardı bu - Yahudilerin tasvirleri. Yan karakterlerden Yahudi Yankel’de de bu dönemin Yahudi tasvirini görüyoruz.

E, şimdi bakıyorum da, tanıtımlarda destansı bir dille anlattığı romandır, uzun öyküdür filan…denmiş bu roman için. Edebi olarak iyi bir roman elbette, Ölü Canlar’daki muzip dil ve karakterler olmasa da çabuk okuduğum bir kitaptı. [Yazımın devamında altını çizdiğim ve kitabın üslubu hakkında fikir veren yerler, birazcık bir özet ve hatta intihal ile ilgili bir link bile verdim, bakabilirsiniz isterseniz]  

BELLEVILLE'DE RANDEVU

                                        

Aklıma geldi, hemen açtım buldum Youtube'tan.

(Suzan Hanım, bunu da severim ben, Fransız ama olsun:))

http://www.youtube.com/watch?v=Ma57kSzKIoE&feature=related

Filmin tamamı da o kadar değişik ve güzel ki...

(Yalnız  gerçek kurbağalar yeniyormuş gibi midem kalkmıştı :)

ÖLÜ CANLAR

                              

Adı : Ölü Canlar
(Yazarın ölümünden sonra derlenip toparlanan yine de eksik haldeki 2. cilt de dahil)
Yazarı: Nikolay Vasilyeviç GOGOL (18o9- 1852 )
Yayınevi: Cem
Basım yılı: 1991
Çeviren: Ahmet Ekeş (genelde iyi ama bazı yerlerde cümleler sarpa sarmıştı.)

KAFKA'DAN BİR GÜZELLİK

Sevgili Suzan Nur'un özel ilgi ve sevgi halkasına dahil  :) çekik gözlü hemcinslerimizin elinden çıkma leziz bir "çizgi film."

Bu animasyona da Adab-ı Haşerat'ta rastlamıştım, İnsandan Kaçan Hümanist yayınlamış sağolsun :)

http://www.youtube.com/watch?v=_XpvlrOcEcM

* * * * * * SULTAN- I YEGAH* * * *

                                


                            Şamdanları donanınca eski zaman sevdalarının

                            Başlar ay doğarken saltanatı Sultan-ı Yegahın
                            Tende nemli yumuşaklığı denizden gelen ahın
                            Gizemli kanatları ruhta, ölüm karanlığının
                            Başlar ay doğarken saltanatı Sultan-ı Yegahın


                                                 ATTİLA İLHAN


                                             BESTE: Ergüder Yoldaş


                http://www.dailymotion.com/video/x597hi_nur-yolday-sultan-y-yegah_music

NOT: Şiir bu kadar mı bilmiyorum. Bilen varsa yazabilir mi?

EN MAVİ GÖZ

Kitabın adı: En Mavi Göz ( The Bluest Eye)

Yazarı: Toni Morrison
Yayınevi: Can
Basım yılı:1994
İlk basım yılı: 1970 (yazarın ilk romanıymış)

Yazarı ismen biliyordum, Amerikalı olup genelde kendi ırkından insanların üzerine kafa yorduğunu da. Ama Nobel Ödülü, Pulitzer Ödülü filan almışmış, eserleri şunlarmış ve daha detaylı şeyleri bilmiyordum.

Kitabı sahaftan ( sahaf denir mi buraya bilmiyorum ama ikinci el kitapçı demekten daha kısa ve havalı) alış sebebim ise sadece bir blogda (hangisiydi?) 2o1o da okuduklarım ve beğendiklerim kategorisinde gözüme çarpmış olmasıydı. Rilke’nin herhangi bir kitabını umutsuzca raflarda aradıktan, listemdeki hiçbir kitabı da bulamadıktan sonra gözüme çarpan bu kitabı ve birkaçını daha almadan çıkmadım. Oysa listemdekilerden en az ikisini bulurdum her seferinde. Listemdekiler; Karamazof Kardeşler (İskele Yayınları diye bir yayınevinin vardı, güvenemedim açıkçası) , Rilke’nin Duino ağıtları ya da bir başka eseri, Sait Faik’in birisine verdiğim ama geri gelmeyen iki kitabı, Proust’un Swanların Semtinden’i.

Sanırım dükkanın sahibi de bir rahatsızlık geçirmişti; her zamankinden daha yavaş konuşuyordu. Sormak istemedim. Hoş olan tek şey, daha önceleri bana pek pas vermeyen Minnoş’un (adını da yeni öğrendim) ayaklarımın arasında dolaşıp mırıldayarak sırnaşmasıydı. Azman gövdesini, kalın boynunu sıvazlayarak aramızda bir iletişim kurdum. :)



Gelelim kitaba:

İğrenç hayatları – bunlara hayat denirse- ve bunların içinde solmuş ya da iğrençleşmiş insanları anlatan bir kitap. Kitap değil, yaşanılan şeyler iğrenç. (çünkü gerçek olduklarını biliyoruz, adlar,zaman, hatta ülke değişse bile)

İbretlik diye de okunabilir, bu olanlara dur demek adına düşünce-eylem ikilisi olarak tüm insanlık ne yapmalıydı / ne yapmalıdır diye fikrederek de okunabilir. Çok şey söylenebilir, söylemek istemiyorum.

Neyi anlatıyordan sonra nasıl anlatıyora gelirsek, gayet duru, akıcı, gerçekçi,çekinmeden  ama hüznü de içine katarak anlatıyor. Şıp diye bitiyor bu kısa roman.

Arka kapakta “1940’lı yılların Ohio’sunda yoksul bir siyahi ailenin acı öyküsü” deniyor. Evet acı ama, bu romanda anlatılanlar sadece siyahilerin başına gelebilecek şeyler değil. Burada ırka özel olarak anılabilecek şey, beyazların uyguladığı ırkçılık ve siyahilerin ise bunu kabullenmiş ve kendilerinden iğrenmiş olma anomalisidir.( anomaliden daha uygun bir kelime bulamadım, kusura bakmayın). Yoksa birtakım insanların – sebepler farklılaşabilse de – sefalet, yoksulluk, cehalet içinde bulunup da diğerleri tarafından hor görülmeleri, görmezden gelinmeleri, onların umutsuzca çırpınmaları daha doğrusu çırpınamamaları…bunlar insanın insana yaptıkları kategorisinde sıkça görülen şeyler…

Kitabın adı ise, küçük kızın mavi gözleri olması ve böylece herkesin onu sevmesini sağlaması için her gece Allah’a yalvarışından geliyor.

Bu arada Sabunkafa Kilise'nin Tanrı'ya yazdığı mektup da ilginç. Tanrı'yı suçlar   insanları kötülüğün ortasında yalnız bırakmakla.

Benden bu kadar…

KENDİNDEN NEFRET ETMEK İYİDİR;

                                           
                                             

                               DİE PROVİNZ DES MENCHEN, AUFZEİCHNUNGEN

1942

Özgürlük sözcüğü önemli, belki hepsinden önemli bir gerilimi anlatır. Hep kaçıp uzaklaşılmak istenir. Kaçıp uzaklaşılmak istenen yerin bir adı yoksa, belirsiz bir yerse burası ve gözle görünür bir sınırı içermiyorsa, özgürlük diye nitelenir.
Bu gerilimin uzamsal dışavurumu, sanki ortada böyle bir sınır yokmuş gibi belli bir sınırı aşıp geçmek için duyulan şiddetli istektir. Uçmada özgürlük, mitos temeline dayalı eski duyumsamada güneşe dek uzanır. Zaman içinde özgürlük, ölümün yenilgiye uğratılmasıdır.

(…) “ Belli bir nesneyi” hedef alan hiçbir özgürlük, özgürlük değildir.
***
(…) Pek çok cevabı olanın pek çok da sorusu olması gerekir.
***
(…)Yaşamımın en iyi dönemlerinde bana öyle gelir ki, yer açarım hep, daha çok yer açarım içimde; şurada karları küreleyip atar,orada gökyüzünün çökmüş bir yeri mi vardır, omuzlayıp kaldırırım;fazladan göller mi oluşmuştur, akıtıp boşaltırım sularını- balıkları kurtarırım-(…)
***
Gündüzler değişik zamanlara göre değişik isimlerle anılıyor ama gecenin bir tek ismi var.
***
Değişik dillerin varlığı, dünyadaki en dehşet verici bir durumdur. Bunun anlamı, aynı nesneler için değişik isimlerin varlığıdır; böyle bir durumda da ilgili nesnelerin aynı sayılacaklarından kuşku duymak gerekir. Bütün dilbilim çalışmalarının gerisinde bütün dilleri bir tek dile indirgemek gibi bir eğilim saklıdır.
Babil kulesinin öyküsü, ikinci tufanın öyküsüdür.İnsanlar safiyetlerini ve ebedi yaşamı elden çıkardıktan sonra, yapay yoldan yükselip cennete ulaşmak istedi. Daha önce yanlış ağacın meyvesinden yemişlerdi, şimdi ise bu ağaca öykündüler ve gökyüzüne çıkmak istediler. Bunun bedeli olarak da ilk tufan sonrasında kendilerinde kalmasına göz yumulmuş bir şey çekilip alındı ellerinden, bu da isimlerdeki birlik ve beraberlikti. Tanrı’nın bu yaptığı o zamana kadar girişilmiş en şeytani bir eylemdi; isimlerdeki karmaşa yarattığı evreni bir karmaşa içine sürüklemekten başka bir şey değildi. Bu durumda Tanrı’nın ne diye ilk tufandan bazı şeyleri kurtardığı anlaşılacak gibi değildir.
***
İnsanların kendileri hakkında bu psikoloji çağındaki kadar az şey bildiği görülmemiştir.

Artık dur otur bilmiyor insanlar. Kendi değişimlerinin önünden habire koşturuyor, ilgili değişimleri beklemiyor, onları önceden yaşıyorlar. Adeta bir arabaya kurulmuş, kendi ruh beldelerinin topraklarından geçip gidiyorlar. Yalnız benzin istasyonlarında mola verdiklerinden, yalnızca bu istasyonlardan oluştukları inancına kaptırıyorlar kendilerini.(…)
***
Daha önce pek çok kişinin paylaştığı bir inancı benimsemenin her zaman için kuşkuyu davet eden bir yanı vardır.
***
İnsanlar silahlara tutkundur. Buna karşı ne yapılabilir? Silahlar öyle olmalıydı ki, sık sık ve hiç umulmadık anlarda onların kullananın kendisine çevrilmeliydi. Silahların verdiği korkular fazla tek yanlıdır. Düşmanın da aynı silahlarla çalışması yetmez. Silahların kaprisli ve hesap kitaba gelmeyen bir yaşam sürmesi, ellerindeki tehlikeli aletlerin insanları düşmanın kendisinden çok korkutması gerekirdi.
***
Tanrıya inanmanın ağırlıklı bir yanı vardır: Öldürülemeyecek, en hain çabalarla bile bunun üstesinden gelinemeyecek bir nesnenin varlığına inanılmaktadır.
***
Karanlıkta sözcüklerin ağırlığı bir kat artıyor.
***
Hep “doğru”yu söyleyen bir kimseye inanma.

                                             
1943
Her an değişen gelecek.
***
Diyelim insan ömrü pek çok uzatıldı, acaba ölüm bir çıkar yol olma özelliğini yitirecek mi?
***
Ölümü o türlü anlatmalı ki, sanki böyle bir şey yoktur. Bir toplum düşünelim örneğin; her şey o türlü olup bitsin ki kimse ölüm denen şeyin varlığını benimsemesin.(…)
***
Dünyada ölümün yer almayışının mantıksal sonuçları bile asla sonuna dek düşünülmüş değil.
***
Bir yol ölümü dünyadan kapı dışarı ettiklerinde, insanların bundan böyle neye inanma gücünü gösterebileceği kestirilebilmekten uzaktır.
***
Var olabilmek için, kuşkuya yer vermeyecek isimlerden oluşan bir dağarcığa sahip olmak gerekiyor. Düşünen bir adam, isimleri bir bir çekip alır hazinesinden, dişini geçirip inceler onları, ışığa tutup bakar; niteleyeceği nesneye, ilgili isimlerin bir hata sonucu tutturulduğunu görür görmez, küçümseyerek hurdalar arasına kaldırıp atar onları(…)

AL ANDALUZ PROJECT

Amca oğlum sağolsun, haberdar etti beni. Paylaşayım dedim:

http://www.dailymotion.com/video/xbvt96_al-andaluz-project-morena-hd_music




Burası da Uludağ Sözlükten alıntı kısa bilgi:

Endülüs'lü bir etnik müzik grubu. Müslüman, Yahudi ve Hristiyan kültürünün etkileşimi üzerine kurulmuş bir müzik anlayışı hakimdir. Grubun üyeleri; mara aranda, sigi hausen, iman kandoussi, michael popp, ernst schwindl, aziz samsaoui, s.gotowtschiko'dur.

çıkan albümleri;
deus et diabolus (2007)
al-maraya (2010)
NOT: Linkteki şarkı "ladino" dilindeymiş. İbranice ile İspanyolca karışımı gibi gelmişti bana da,yanılmamışım :)

KAHVE : ZARİF SEVGİLİM BENİM

Zarif bir sevgilidir bana göre kahve, aşkını yüksek sesle söyleyemeyen. Yahut da gölgesine sığındığım kadim bir çınar ağacı; San Polikarp’ın önündeki gibi: Kocaman cüsseli, ama sereserpe dallarıyla koca bir caddeyi gölgeleyen; egzozlara, gideceği uzak iklimlerin sıkıntısyla bekleşenlerin yaydıkları sıkıntılara rağmen cömertçe gölgeleyen ulu bir çınar…





Çay ata yurdumuzun kadim dostu Çin’den gelmedir, eski bir tanıdığın bağra basılmışlığını taşımaktadır belki. Ama kahve, daha tanışıp görüşülmeden “dost” ilan edilmişlerin diyarından gelir; Yemen’den gelir; şehit kokan yakın zaman rüzgârlarını da alarak yanına…


Evet, çay samimiyettir çoğunca: elini omzuna atıp çekiştirirsin karşındaki gönülsüzü “Gel bi’ çay içelim şurda.” diyerek.


Ama kahvenin ciddiliği kibrinden değildir. Yüklendiklerinden, insanların ona yüklediklerindendir belki de o “ağırlığı”…


Belki de diyorum, çünkü bir giz de taşır kahve. O koyuluğu, billurda bile kendini belli etmeyişi o gizdendir. O gizi çözmek ise günaha giden bir yoldur.


İçinin bütün ağırlığı, nicedir söylenememiş o şeyler, hep dibine çöker. Telvedir bu; çayın “çöpü” gibi pişince atılamaz telve; kahvenin belki de en mühim kısmıdır: Onca ateşten,bir kaşık serinliği ile karıştırılmadan “kahve ocağında” ağır ağır yanıp olgunlaşmaktan süzülüp kalandır o.

Gizdir o: Açmak ister onu içen… Kabarık yürekleri, dar vakitte gelecekleri, uzun boylu siluetleri görmek ister;kavuşmak istediğini görmek ister, umut rüzgarları arar yelkenleri için, o küçücük fincanda…Günahı kahvenin değil, vebali bakanların boynuna elbet… :)


Fincan demişken, kahvenin dış giysisidir o, onsuz çıplak ve utanmıştır kahve. Son moda kıyafetler yakışmaz ona: El emeği, göz nuru işlenmiş, gümüşlenip yaldızlanmış porselen ficanlarda içilir kahve. Nasıl kahve ağır ağır pişirilirse ateşte, porselen de öyle pişirilerek gelir, içi dışı birdir yani kahvenin…


Hele o kuğu boynu gibi kulpları yok mu fincanların, yüzyıllardır insanoğlunun bu zarafet simgesi ne yakışır fincanlara, kahveye…Bakmayın fincanları serçe parmaklarını havaya kaldırıp tutanlara, sımsıkı kavranır kulp, ama sıkmadan, kırmadan, tıpkı bir dost gibi, zarifçe.


Ya o pirinçten kahve değirmenleri, hangi eller sevdiğine ikram edeceğini düşünerek usulca çekecektir kahveyi?


“Fincanın etrafı yeşil, aman aman
At kolun, kolların boynumdan aşır
Sarhoşam dilim dolaşır, aman aman
Aman kız, canım kız, öldürdün beni
El ettin, göz ettin, kandırdın beni”


Az ve özdür kahve, cıvık değildir, kıvam ister.


Fazlası çarpıntı yapar; tıpkı bir “güzeli” görünce yüreğin titremesi gibi.


Yanına yardımcı istemez kahve, simit, poğaça, hatta şeker bile onun için fuzulidir. Belki biraz yalnızlığı sevdiği doğrudur.


Tadı gibi kokusu da buruk-kekre-mis’tir.Çayın kokusunu ancak bardağı elinize aldığınızda çekebilirsiniz içinize. Oysa kahve, güzelliğinin işareti olarak cömertçe savurur kokusunu dört bir yana. Belki biraz cilveli olduğu doğrudur.


Sevilenin saçlarını anımsatmaz mı kokulu buğusu? (Erkek de olsa, kadın da, sevilenin, az biraz saçları olmalı rüzgarda uçuşacak kadar :))


Uykuya kızdın mı cezasıdır kahve, hülya caddelerine dalmanın en zarif ve sağlıklı yolu…


Sevgilerine söz verenler için de önemlidir kahve: Kız istemeye gidildi mi, kahve ikram edilir bu kültürde. Kırk yıl hatırı olsun da verilecek bu sözün, bir yastıkta kocasınlar diye mi bilmem. Ama gümüş tepsilerde, incilenmiş dantellerle, zarif fincanlarla ikram edilir kahve. Sevenlerin hatrına “tuzu” kabul eder bünyesine. Seven de öyle kabul eder, hem sevdiğine sevgisi, hem kahveye saygısı yüzünden tüküremez aldığı yudumu…


Çayhane değil, kahvehanedir mekanın adı. Öyle denmiştir, vardır bir hikmeti.


Obur olamazsınız kahve içerken; bir demliği boşaltamazsınız canınız istedi diye. Kahve nefis terbiyesi yaptırır, üçten sonra kalbinize mukayyet olmanız gerekebilir.:)


Bazıları abartıp “altın”la ikram eder onu. Ama bu kahvenin burnu büyüklüğünden değildir asla, insanoğlunun tuhaflığındandır.


Ancak üç yıl sonra meyve verir kahve ağacı, ama ondan sonra otuz- kırk yıl meyve verir durmadan. Dostluk da böyle değil midir?

Ve kırk yıllık hatırı kahvenin, dostluğundan değil midir?






















PİŞMANIM, LÜTFEN! :)

Küçüğün kurşuniye kaçan gözleri, ince bir sis tabakasıyla buğuluydu. Ümitsizlik, sevimli yüzüne tamamen hakimdi. Hemen ilişiverdiği iğri kaldırım, ayakkabısını ayağından fırlattığı alçak evin karşısındaydı.


Sokak fenerleri, karanlık yolda kendi etraflarında sarı ışıktan bir daire çeviriyordu.
Küçük :
- Bismillah! dedi.
Gözyaşları kirli yanaklarında izler bırakırken:
- Bi daha yapmam Allah’ım! dedi.
Nedamet, küçük kalbini olanca ağırlığı ile eziyordu.
Direğin dibinde yalanansiyahlı beyazlı kediye pisi pisi diye yanaştı.
Daha dün, zavallının sırtına bir sopa indirdiği için yeniden pişman oldu:
- Bi daha yapmam Allah’ım, bi daha yapmam Allah’ım! diye mırıldandı. Kedinin gitmekle gitmemek arasında arasında bocalayan bir hali vardı. Hayvana doğru yürürken, pişmanlık ve mecburiyetin ağırlaştırdığı adımları müteredditti. Şimdiye kadar yaptığı fenalıklar, kardeşinden zorla aldığı çikolata parçası, taşladığı köpekler, Ayşe’nin saçını çekişi…

Bir daha bunları yapmamayı düşündü. Tekrar Allah’a yalvardı.
Gözyaşlarının yerini, buruk bir huzur, acı bir yorgunluk alıyordu.
Hoşuna giderdi, ne yapsındı, ayakkabıyı ayağından fırlatmaya bayılırdı. Bugün daha kuvvetli attığı anlaşılan ayakkabı dama kaçtı.
Ev sahibine yalvarmayı düşündü. Halbuki daha bir hafta evvel camlarını taşlamıştı. Yoldan, ellerinde paket ve ekmeklerle erkekler eve dönüyorlardı. Babasını düşündü, endişeyle yaralı alnı kırıştı.

Midesi açlıktan gurulduyordu. Yeniden ağlamağa başladı. Melul melul ayakkabısız ayağına baktı. Annesinin; namazda okurken aklında tutabildiklerini huşu ile, inanarak tekrar etti. Küçük, duaların sihirli tesirini bir müddet ümitle bekledi. Sonra, söyleyeceği yalanları tasarlayarak, müteessir ve ürkek eve doğru yürüdü.

BAHAEDDİN ÖZKİŞİ, NEDAMET, GÖÇ ZAMANI KİTABINDAN.

MARAKEŞ'TEN SESLER

 
Ivan Terestchenko:Marakeş Sokaklarında
   Hakkı Ceylan: Marakeş'te Yan Sokak 


MARAKEŞTEN SESLER


Yazarı: Elias Canetti (1905 ,Rusçuk;1994, Zürih)
Yayınevi : Cem Y.
Çeviren: Kâmuran Şipal
Basım yılı: ?

Elias Canetti sevdiğim yazarlardan olacak diye bir his var içimde.

Bu kitap da K.B.’un Çiğnenen Onuru gibi ikiz çıktı : Özdeyişler ve Notlar ile Özyaşamöyküsü’nden güzel seçmeler de var kitapta. Rusçuk’ta geçen 6 yıllık çocukluğunda Türkler de dahil farklı toplumların nasıl birlikte geçinip gittiklerine dair anıları sıcacık sardı içimi.


Yalnız Fas ve Tunus hakkında kafamda öyle görsel birikim var ki her satıra aşinaydım adeta ve ikinci kısım daha yeniydi benim için.Yazımın ikinci kısımdaki alıntılar oradan.

Bu kısımlarda yazarın sosyolog yönünü görüyoruz. Özellikle ölüm konusunu ne çok düşünmüş! Yahudi bir aileden gelen bu yazarın Hint ve Çin inançları da dahil birçok din, inanış ve toplumu ölüme bakışları açısından incelediğini görüyoruz.( Ama İslam dininden noktalar göremedim ben) Wiki’den baktığımda konusu “İnsanlar ölecekleri zamanı bilselerdi ne yaparlardı?” olan bir oyunu olduğunu da gördüm.
………

Bir şey anlatayım diyorum, susar susmaz bakıyorum ki, söylediğim hiçbir şey yok ortada. Yalnızca bir cevher kalıyor geride, harikulade parıltılar saçıyor ve sözcüklerle alay ediyor.
………

Marakeş’te kaldığım sürece ne Arapça’yı ne de Berberi dillerinden birini öğrenmeye heves ettim. Bana yabancı o yakarışlar gücünden hiçbir şey yitirsin istemedim.
………
İnsanın yabancı bir kente aşinalık kazanabilmesi, kapalı bir yeri gerektirir; öyle bir yer ki insan üzerinde belli bir hak sahibi olabilsin, yeni ve anlaşılmaz seslerin yol açtığı şaşkınlık fazla büyüdüğünde yalnız kalabilsin burada.

………
Ama dama da çıkabilirsiniz ve kentteki tüm damları bir arada görebilirsiniz.(…) Bütün kentin üstünde gezip dolaşabileceğinizi sanırsınız.
………

Minareler deniz fenerlerini andırır daha çok, ama içlerinde bir sesi barındıran fenerlerdir.

………

Heceleri tekdüze, ruhsuz bir sesle o kadar berbat telaffuz etti ki, ismim isim olmaktan çıktı.
………
Bazan iki öykücü oluyor, biri bırakıp diğeri anlatıyor. Ağızlarından çıkan sözcükler adeta çok uzaklardan geliyor ve normal insanlarınkinden daha uzun süre boşlukta süzülüp duruyorlar. (…) Nasıl benim dilim kendim için önemliyse onların konuştukları dil de kendileri için öylece önemliydi. Sözcükler besin kaynakalrıydı onların(…)