TANIŞTIĞIM İKİNCİ İRLANDALI

Kollarla seslerin büyüsü: yolların ak kolları,verdikleri sıcak kucaklaşmalar sözü ve aya karşı dikilen boylu gemilerin kara kolları,uzak ülkeleri anlatan öyküleri. Şunu demek için uzanıyorlar: Biz yalnızız-gel. Ve sesler de konuşuyor onlarla birlikte: biz senin kandaşlarınız. Ve hava kalabalıklarıyla yoğun beni,kandaşlarını çağırırlarken,gitmeye hazırlanırlarken,coşkun ve korkunç gençliklerinin kanatlarını çırparak.


Kitapta da adı geçen Liffey Nehri

                                                   


Kitabın adı: Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi
Yazarı: James Joyce (1882 Dublin- 1942 Zürich)
Yayınevi: İletişim
Basım yılı: 1992
Çeviren: Murat Belge

      Baştan söyleyeyim, elimden düşüremediğim bir kitap olmadı. Otobiyografik öğeleri olduğunu bildiğim için almıştım bu kitabını Joyce’un. O kârım var yani. Bir de devrik cümle, (kendi uydurduğum tabirle) kargaşalı cümlelerle kurulan üslubu görmek ilginç oldu. Bu arada İngilizce’nin normal tümceleri gramerimize tersken bu nesne-sıfat çokluğu ve yer değişikliği ile  orjinal metin nasıldır merak ettim. Murat Belge iyi iş çıkarmış sanırım. (İngilizcem “upper intermediate” seviyede kaldığı içindir bu “sanırım” kelimesi. Cahilliğin gözü kör olsun:))

     Uslüp demişken, Rilke’nin nesnelere canlı varlıkmış gibi davranma üslubunu burada da görmek hoş oldu. Normalde o nesne için kullanmadığımız sıfatların kullanılmasıyla yaratılan şairane ve seyyalemsi tasvir ve üslup..Çocukluğun hüzünlü anılarının,gençliğe adım atmanın ve kendini bulmanın kırılgan serüvenine çok yakışan bir üslup.

      Sonuçta usta işi bir roman elbette. Ama dediğim gibi elimden bırakamadığım bir roman olmadı. Sırada -edinir edinmez- Dublinliler kitabı var.

      Arka kapaktaki açıklamaları konu hakkında bilgi vermesi bakımından yeterli bulduğum için buraya alıyorum:

(…) 1842’de Dublin’de doğan Joyce, orta ve yüksek öğrenimini Cizvit okullarında görmüştü. Klasik roman kalıplarına nisbeten sadık kaldığı otobiyografik ilk romanı Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi’nde eğitim yıllarına geri döner ve genç bir sanatçının Cizvitlerin katı disiplini içersinde kendi özelliğini keşfetme ve inanç sorunlarıyla boğuşma macerasını sergiler.(…)

     Romanın sonunda yazar şöyle not düşmüş: 1904 Dubiln/ 1914 Triyeste. Buradan romandaki tarih diliminin yazarın 12-22 yaş arasına denk geldiğini çıkarıyoruz.

      Yatılı okula verilmenin çocuk psikolojisinde yarattıkları, ailenin İrlanda siyaseti ile ilgili tartışmaları, maddi durumlarının bozulması ile taşınma ve gerçek dünyaya açılma,ilk cinsellik kıpırdanışları, ilk günah ile hıristiyanlıktan soğuma ve inanç buhranları,Katolik olmak ya da olmamak, papaz olmak ya da olmamak, milliyetçi İrlandalı olmak ya da olmamak, sosyalist olmak ya da olmamak,aşık olmak ya da olmamak,yalnız olmak ya da olmamak… Ve en başından beri kendini “farklı” hisseden kahramanımız Stephen Dedalus, onu illa bir tarafta olması için zorlayan insanlardan ve düşünüş biçiminden hızla kaçar …Kitabın ortasındaki "günah-affedilme-tövbe etmeme-cehennem-hıristiyanlık sorgu ve sorunsallığı- kısmını atlatınca son kısımlar daha güzel geldi bana.
      Benim altını çizdiğim yerleri de yazayım.Kitabı okumak isteyenler için de fikir olabilir:

TAGORE'UN GORA'SI

1913’de Nobel edebiyat ödülü alan Rabindranath Tagore 1861 Kalküta doğumlu. Ölümü 1941. 17 yaşında eğitimini tamamlaması için İngiltere’ye gönderilmiş. Babası varlıklı bir din adamı ve yeni bir mezhebin kurucu ve geliştiricilerinden. Tagore, bu kitabında da işte bu mezhebi, bu yeni mezhebin temel taşlarını, karşısına geleneksel ve katı Hint dinini koyup karşılaştırarak anlatıyor. Bunu sert ve putatapar Hindu dininden olan Gora ile arkadaşı Binoy’un diğer mezhep olan Brahmo Samaj’ın önemli isimlerinden Pareş Babu ve kızları ile karşılaşmaları üzerinden veriyor.

Güzel bir kitap. Karakterler güzel oturtulmuş: Gora’nın dinini milliyetçilik içinde gören temelsiz dindarlığı ve gençlik hislerinin kuvvetiyle ülkesine bağlanışı, Binoy’un Gora’nın etkisiyle bu fikirleri benimsiyor oluşu, Pareş Babu’nun olgun hali, “guru”luğu filan… İşin içine aşk girince dört genç de (Gora,Binoy,Lolita ve Suşarita) bugüne değin başka bir görüşe saygı göstermeden ve bağlandıkları şeyleri etraflıca düşünmeden yaşayageldiklerini görmeye başlarlar. Biz de bu şekilde her iki tarafın da iyi ve kötü yönlerini, Hindistan’ın İngiliz boyunduruğuna karşı çıkacak gençliğinin oluşumunu vb.ni görürüz…

Bu kitabı okumazdan önce itiraf ediyorum ki Hint kast sisteminin bu kadar sert ve saçma-ilkel kuralları olduğunu bilmiyordum. Misal sizden aşağı kasttan birinin dokunduğu yiyecek ve içecekler murdar sayılıyor ve onu kesinlikle yiyemiyorsunuz. Ve yine kadının geleneksel Hindu toplumunda “olmayan yerini” görüyoruz.

Kitabın sonundaki mini sözlük yeterli değilse bile Hint dini ve kültürü hakkında başka okumalar yaparsam sıkılmayacağım fikrini verdi bana. Mesela Cemil Meriç’inki olabilir :)

Kitabın girişindeki bölümden bazı parçaları buraya alarak bitiriyorum: