BENİM ADIM KIRMIZI

Kitabın şeceresini vermeden önce kısaca şunu söyleyeyim zira yazının tamamı uzun olacak gibi: Kurgusu güzel, dili sorunsuz, kolay okunacak ve minyatür sanatımız ile ilgili bilgilerin dercedildiği  bir roman okumak istiyorsanız Benim Adım Kırmızı’yı gönül rahatlığıyla önerebilirim. Ama derinliği olan, okuduktan sonra aklımda kalacak, gönlümde yer edecek bir şey olsun diyorsanız  bu 470 sayfayla hiç vakit kaybetmeyin derim.

Evet,benim beklentilerime göre hayal kırıklığı oldu. Belki yazıldığı-ilk basıldığı dönemde okusaydım daha orijinal bulabilirdim. Ama şimdi sıradan bir roman benim için. (Ali Ural’dan duyduğum o cümleler aklıma geldi son cümleyi yazdıktan sonra: Yüzyılların yaptığı seçime güvenin demişti, klasikleri öncelememizi salık verirken.)

Bu arada İskender Pala’nın – her ne kadar Pamuk’tan yıllar sonra yazmış olsa da- Katre- i Matem’i ile benzer kurgusu ve tarihi fonda geçmesi ortak özelliklerine rağmen, Katre-i Matem çarpı on kat sürükleyici gelmişti.

Kitabın adı: Benim Adım Kırmızı
Yazarı: Orhan  Pamuk
Yayınevi: İletişim
Basım yılı: 2007
İlk basım yılı :1998 (kitabın sonunda yazım dönemi şöyle belirtilmiş: 1990-92 ve 1994- 98)

Arkadaşım Şebnem Önem'e ait özgün tasarım bir minyatür
Beklentilerimin yüksekliğine ya da aşılamamasına sebepler ne olabilir diye düşündüm, daha kitabı bitirmemişken. Bir kere bu kitap sağda solda çok övülmüştü. Öyle ki henüz okumamış olmamı ayıp sayıyordum. Ayrıca Sessiz Ev’i beğenmiştim, her ne kadar önce Yeni Hayat’ı okumuş ve yıkılmış olsam da. Ama yılmadım – hele ki Nobel’i ülkemize kazandırmış bir yazardı kendisi – ikinci, üçüncü okumaları hak ediyordu. Bir de itiraf: sıkıntılı- sabırsız bir döneme de rastladı, kimi sayfaları tamamen okuyamadan atladım.(İlçe Kütüphanesinden ödünç aldığımı ve 15 günde geri vermem gerektiğini de belirteyim. Süreyi uzatıp kitabın bir onbeş gün daha sürünmesini de içim almadı. J)

Minyatür: Şebnem Önem
Romana geçmeden, beş-altı hafta önce, İstanbul’daki Sahaflar Çarşısı hakkındaki bir belgeselde, çarşının gediklilerinden birinin anlattığı anekdotu yazmak istiyorum: Zamanın birinde, sahaflardan biri, eline geçen birkaç el yazması için, ilgileneceklerini düşündüğü üç kişiye haber verir. Bunlar, Emre Kongar, Orhan Pamuk ve şimdi adını hatırlamadığım üçüncü bir araştırmacıdır.(İlber Hoca mıydı acep?) Bu kişilerden Orhan Pamuk önce davranmış ve hemen  sahafa gelerek yazmaları seçmiş yanlış anlamadıysam. Gerisini Emre Kongar şöyle anlatmış, sahafa, bir sohbet esnasında: “ İşte o yazmalardan benim bu (hangisini söylediğini hatırlamıyorum) kitap, Orhan’dan da Benim Adım Kırmzı çıktı.” demiş gülerek.


Roman 59 kısa bölümden oluşuyor ve her bir bölüm bir karakterin ağzından, okurla birebir konuşur tarzda yazılmış.  Misal 1. bölüm “Ben Ölüyüm” adını taşıyor ve daha ilk cümlede sizi meraka bağlıyor. Kitapta, bir ağaç resmi, bir köpek resmi bile birer bölüm ve haliyle anlatıcı. (Meddah’ın canlandırması hoş bir buluş)

KISKANÇLIK HAKKINDA

resim: yerliyersizmuhabbet blogundan

Kıskançlık insandaki kötü huylardan en köklü olanıdır. Dolayısıyla kurtulmak da çok zordur. Ancak maddi-manevi kötü sonuçları  ciddilikle düşünülerek bu kötü huydan kurtulunabilir. *


                                                                    (?)


Yeryüzünde ilk kan da  kıskançlık yüzünden dökülmemiş miydi?

....









( *A.Şahin,Kendi İklimimiz Kitabından)

İVO ANDRİÇ VE EX PONTO


Kitabın adı: Irgat Siman
Yazarı: İvo Andriç (1892-1975,Bosna- Belgrad)
Yayınevi: Cem Yay.
Basım yılı: 1983
Çeviri: İlhami Emin- Adnan Özyalçıner

İvo Andriç’i değil ama Drina Köprüsü kitabını – sadece ismen- lise birinci sınıftayken biliyordum. Edebiyat dersimizde hocamız bir vesile ile bahsetmişti.

Andriç’in Nobel’li (1961) bir yazar olduğunu, bu kitabın üzerindeki ibareden öğrendim. Sahafta gidip gelirken hep görüyordum ama elimdeki listede adı yoktu ve açıkçası kitabın ismi beni hiç çekmiyordu.

Geçenlerde listemdeki hiçbir kitabı bulamayınca boş çıkmak da istemedim. Her yeri uyduruk macera romanları, best-seller’lar doldurmuştu artık. Bu kitap tek seçenek olarak hemen önümdeki yarı boş rafta duruyordu.

Kitapta 3 uzun öykü var: Irgat Siman(40 sayfa), Jepa Köprüsü (12 sayfa) ve Anika Yaşarken (88 sayfa). Üçü de birbirinden güzel. Ama en çok Jepa Köprüsü’nü beğendiğimi itiraf ediyorum. Beni sarmalayıp içine çekti adeta.

Eski basımları bu yüzden seviyorum işte, sürprizli oluyorlar: En sonda Ex Ponto (Sürgünden Notlar) ile yazar hakkında iki inceleme eklenmiş. Andriç’in kişisel dünyası ve  yazarlığı hakkında kıymetli bilgiler içeriyor bu incelemeler. İlki Prof. Dr.Slvako Leovaç’a, ikincisi A. Özyalçıner’e ait.

Ex Ponto’dan başlamak istiyorum: Gencecik yaşında hapishaneye düşen Andriç’in bu sürgün yıllarında yazdığı bir eser. Onun hapishane değilse de sürgündeki ruh halini o kadar iyi anlıyorum ki…

“Ex Ponto, aynı zamanda Andriç’in ilk eseri. Düz yazı- şiirlerini toplayan ilk kitabı. Küçük küçük şiirsel parçalar biçimindeki bu notlar, batı edebiyatında yüzyıl başlarında pek yaygın olan bir türdü. Yazık ki bizim edebiyatımızda, düşünsel yanı pek hesaba katılmadan, yalnızca duygusal yönüyle ele alınmış zayıf örnekleri görülmüştür… Andriç’in bu ilk örneklerinde bütün bir Andriç vardır. Sonradan romanlarıyla hikâyelerinde geliştireceği ustalıklı anlatımı, doğayla yaşamı ele alıştaki yalnızlık acısı(…)”[Önsöz’den]

Beş yüzyıl boyunca Osmanlı egemenliğinde kalan topraklarda yetişmiş Andriç. Bu yüzden hikâyelerinde

GECELEYİN KÜTÜPHANE

"Northrop Frye  “Büyük bir kütüphane, dil yeteneğine ve telepatik iletişimin uçsuz bucaksız etkisine sahiptir.” demişti. Böyle sanrılarla yarım yüzyılım kitap toplayarak geçti."




Kitabın adı: Geceleyin Kütüphane
Yazarı : Alberto Manguel (1948,Buenos Aires)
Yayınevi: YKY
Basım yılı: 2008
Tercüme: Dilek Şendil

Baştan söyleyeyim, benim için okunmasa da olurmuş, kitaplardan biri oldu bu. Kütüphanede rastlayıp ödünç almıştım zatenJ Üstelik çeviride  de, tashihde de sorunlar vardı. Mesela tamlanan ekleri göze batacak şekilde- birçok yerde- eksikti. Kitabın dili de öyle yalın filan değildiJ Yazar ve kitap,kütüphane adları ve dipnotlarıyla dolu bir tür bellek dökümü…Bazı bölümleri okumadan atladım, öyle sıkıcı geldi. 

Yine de alıntıladığım  yerler oldu, yeni bilgiler de edindim.

Yazarın Borges’le olan yakınlığı ve bir makalede kitabın adını duymuşluğumdan merak etmiştim. Nitekim Borges’den de sıkça bahsetmiş... Sanırım ödüllü olan Okuma Sanatı daha iyidir?

Kütüphaneleri, kendi kütüphanesi ve onunla olan bağını anlatıyor Manguel. E- kitap ve kütüphane ile kağıt-mürekkep  kütüphanesi karşılaştırmasını da yapıyor.

Kitaptaki bölümlerden bazıları şöyle:  Mit Olarak Kütüphane, Mekân Olarak, Güç Olarak , Raslantı Olarak , Sağkalma Olarak, Kimlik Olarak , Yuva Olarak Kütüphane…

Ama sonuç bölümü ve bitiş cümleleri çok hoştu: (…) Peki ben kütüphanemin öyküsünün sonunda neyi arıyorum? Teselliyi belki de. Belki de teselliyi.

                                                                            *****

(…) Romalılar buraya, miladî tarihten önceki son yıllarda,şarap üreticisi bu bölgenin tanrısı Dionysos adına bir tapınak dikmişlerdi; on iki yy sonra Hıristiyan kilisesi, içkiyle kendinden geçmiş tanrının yerine, kanını şaraba döndüren tanrıyı koyacaktı.(s:15)

(…) Eğer söz konusu ikinci bir el kitapsa, bütün işaretlerini, daha önceki okurlarının yaptıkları karalamalarla geçtikleri yolu kayda alan, bir sayfayı işaretlemek için araya kona küçük not kâğıtları, bir otobüs bileti iliştiren yoldaşların izlerini olduğu gibi bırakırım. (s:24)

(…) Sanal kütüphaneyi kâğıt ve mürekkepten oluşan gelenekseliyle karşılaştırırken, aklımızda tutmamız gereken birkaç nokta var: okumanın yavaşlık,derinlik ve bağlam gerektirdiği;(…) (s:80)

(…) Marshall McLuhan (1911-1980, Kanadalı iletişim kuramcısı) “evrensel köy” kavramını  ortaya atan kişi imiş.

(…) Her kütüphane hem kucaklar, hem reddeder. Her kütüphane tanımı gereği tercih sonucudur ve alanını sınırlaması gerekir. Her tercih de bir başkasını dışlar, yapılmayan tercih olur. Okuma eylemi sonsuz bir sansür eylemiyle koşut gider. (s:103)

(…) Columbus öncesi Amerikasına ait kitapların yok edilmesi, iktidar olan kimselerin yazılı sözlerin yıkıcı yeteneklerinden duydukları korkuya örnektir. (s:116)

(…) Sansürcüler bilir, okurları okudukları kitaplar tanımlar. 11 Eylül 2001’in sonucunda ABD’de federal ajanlara, herhangi bir halk kütüphanesinden ya da kitapçıdan alınan kitapların kaydını ele geçirme yetkisi tanıyan ABD Yurttaşlık Yasasının 215. faslı kongre’de kabul edildi. Geleneksel arama izinlerinin tersine bu yeni yetkiyle ajanlar herhangi bir suça ilişkin kanıt göstermek zorunda ya da hedeflerinin bir zanlı olduğunu makemeye kanıt göstermek zorunda da değiller, (…) (s:118)

(…) Cicero arkadaşına yazdığı bir mektubunda şöyle demiş: Okumak ve yazmak bana teselli vermiyor, sadece uzaklaştırıyor. (s:159)




DE PROFUNDIS / EPISTOLA: IN CARCERE ET VINCULIS*


* (Hücrede ve zincire vurulmuş olarak)

Sevgili Bossie,
Uzun ve sonuçsuz bir beklemeden sonra, sana kendim yazmaya karar verdim; hem benim için iyi olacak bu, hem de senin için;  çünkü cezaevinde iki uzun yılımı senden tek bir satır ya da herhangi bir haber ya da bilgi almadan (bana acı verenleri saymıyorum) geçirmiş olduğumu anımsamak hiç de hoşuma gitmeyecekti.

Kötü talihli, acınası dostluğumuz, benim yıkımımla ve toplumca aşağılanmamla sonuçlandı; ama geçmişteki tutkunluğumuzun anısı, sık sık yokluyor beni; bir zamanlar sevinin kalbimde tuttuğu yeri şimdi sonsuza dek nefretin, burukluğun, küçümsemenin alabileceği düşüncesi, bana acı veriyor; sen, mektuplarımı benden izinsiz yayımlatmak ya da isteğim dışında bana şiirler adamak yerine, cezaevinin yalnızlığına gömülen bana mektup göndermenin daha iyi olduğunu, sanırım, anlayacaksın; ama gerçekte senin, yanıt vermek ya da benden istekte bulunmak için, üzüntü ya da tutku yansıtan, pişmanlık ya da ilgisizlik belirten sözcüklerden hangilerini seçeceğini kimse bilemez.

Kuşku duymadığım bir şey daha: hem senin yaşamından, hem  benim yaşamımdan ve hem geçmişten, hem gelecekten,hem acıya dönüşmüş tatlı şeylerden,hem mutluluğa dönüşebilecek acı şeylerden söz etmek zorunda kaldığım bu mektupta senin kendini beğenmişliğini derinden yaralayacak çok şey var. Böyle bir şey olursa, mektubu baştan sona tekrar ve tekrar oku ki senin kendini beğenmişliğini öldürebilsin. (…)

Böyle başlıyor Oscar Wilde meşhur De Profundis’e. Kendi koyduğu adla Epistola’ya (Hıristiyan azizlerinin dinî içerikli mektuplarına bu ad verilirmiş).  

Böyle sitemkâr bir açılışla girdiği mektup Lord Alfred Douglas’a, çöküşünün sebebi olarak gösterdiği “dostuna” yazılmış, bilindiği üzere. Onun çılgın isteklerine nasıl boyun eğdiğine şaşarak kendini de suçlu bulan Wilde uzun uzun yazıyor,hapishaneden, tamamı 1960’da ancak yayınlanmış olan bu mektubunda.

Bu suçlandırma-sitemlerin yanı sıra hapishane hayatının kendi bakış açısına getirdiklerini de çözümlüyor, anlatıyor Wilde. Yine uzunca bir kısmında İsa (hz.)’nın nasıl sadece varlığıyla estetik abidesi olduğu tezini açıklıyor.

Kendisinin  sanat anlayışına dair yazdıkları sebebiyle bile okunacak bir eser olmuş bu mektup. Zaten sık sık başta Dorian Gray’in Portresi olmak üzere eserlerine atıfta bulunup açıklamalar yapıyor. Kaldı ki Lord Douglas ile olan üç yıllık ilişkisini anlattığı kısımlar bile bir roman havasında; zira bir hayatın – hem de böylesine ünü dorukta iken bir sanatçının hayatının-  tek taraflı olsa da anlatımı başlı başına bir “hikâye”.

Üstelik bu hikâye tam anlamıyla  genç, bencil ve şımarık sevgilisi için servetini ve ününü harcayıp üstelik sanatını icra edemeyen, dibe vuran aşık hikâyesi, üstüne “hapisliğin” getirdiği olgunlaşma, bir nevi derviş düşünceleri. Önsözde de dendiği gibi; lanetli ermiş! İsa’ya “estetik” açıdan bir hayranlık (buraları kavrayamadığımı itiraf edeyim, el yordamıyla işte,belki ikinci okuyuşaJ) ama kiliseye,topluma, her türlü kurala ve sıradanlığa karşı oluş; ün ve servetini kaybetmenin ve gururun incinmesinin sebep olduğu acıların tazeliğini kaybetmemesi, iflas, çocuklarından ayrılmasının derin kederi vb. ile satır aralarında parlayıp geçen kibir ve ego, ama bir kabulleniş ve  hayatın “bu tarafının” yani kederin, sanatçıyı yücelten ve olgunlaştıran asıl şey olduğunu keşfettiğini söyleyiş… Böyle ithamkâr ve sitemkâr bir mektuptan sonra yine yıkımcı sevgiliye dönüş… Çelişkiler…Ha bir  de Yunan  sanatı hayranlığı.

Üsluba gelirsek elbetteki Wilde gibi bir sanatçıdan  güzel bir “edebi” mektup (her ne kadar kendisi bunu bu amaçla yazmadıysa da) bekliyorduk ama umduğumdan daha güzel çıktı. Cümleciklerle bağlı uzun, devrik yapının hakim olduğu bir dil. Tabii çevirmenin iyi iş çıkardığını anlayabiliyoruz.
 Kitabın adı :Mektup; De Profundis
Yazarı: O. Wilde
Çeviren: Yaşar Günenç
Yayınevi: Yaba
Basım tarihi: 1996
Not: Yazımın devamı uzun alıntılar içermektedirJ

OLAĞANÜSTÜLÜK VE ZAMAN


Toprağa attığımız bir buğday ya da mısır tanesinin üzerinden aylar geçmeden yine birkaç saniye içerisinde büyüyüp geliştiğini ve başakların ya da mısırların gözümüzün önünde görülür bir hızda belirdiğini fark ettiğimizde bir mucizeye şahit olmuş olmaz mıyız! Eğilip ellerimizle diktiğimiz fidanın animasyon filimlerde olduğu gibi daha biz ayağa doğrulmadan hemen dallanıp budaklandığını ve bir ağaca dönüştüğünü görsek heyecandan neredeyse küçük dilimizi yutmaz mıyız? Peki tahılın üzerinden mevsimler geçerken büyümesi ya da fidanın yıllarca sonra koca bir ağaç olması ile bu büyümelerin çok kısa bir zamanda gerçekleşmesi arasında hangi fark(lar) vardır? Bence arada farklar yoktur. Fark vardır. Aradaki tek farkı söyleyeyim; zaman! Bize bu olayların olağanüstü görünmesi sadece zamanla ilgilidir. Zamanı devreden çıkardığımızı düşünelim bir an. Geriye olağanüstülük adına, mucize adına ne kalır?… Hiçbir şey…
(...) Başka bir açıdan bakalım bu kez. Zamanın olmadığını varsaydığımız anda nefes almamıza gerek var mıdır? Hayır! Çünkü artık sadece bir an söz konusu olduğu için anı yaşamış olmanın dışında başka bir hayat şartına ihtiyaç kalmaz. Zamanın sıfır olması, bir başka açıdan sonsuzluğa ulaşması olarak da algılanabilir. Zamanın olmadığı bir yerde var olmak söz konusu ise, bunun başka şartları olmalıdır. Belki parçacık fiziğini ve matematiği dışarıda tutmak gerekebilir ama bilinen klasik fizik, biyoloji ve kimya kuralları bu durumu çözmeye yetmez!  Çünkü ağaç ve yara örneklerinde belirttiğim zamansızlık söz konusu olduğunda çok yüksek bir hız da söz konusudur. Fidan zamanın olmadığı anda sonsuz hızla büyüyecektir. Yara sonsuz hızla iyileşecektir. İyileşen yara belki de hiç yara haline gelmemiş gibi olacaktır. Güneş ışığının yanında hava, nem, topraktaki mineraller gibi bütün bu olaylara neden olan etkenler de sonsuz hızla işlevlerini yerine getirecektir.


"Her şeyin hareket halinde olduğu evrende bize bir sabit lazım diyen Einstein o sabiti buldu. O da ışık hızıdır.(...)Yani şunu demek istiyorum, mesela ışığa bir fenerden çıktığı anda ister arkadan bakın, ister karşıdan bakın, ister değişik başka açılardaki mekânlardan bakın hızı aynıdır. Saniyede 300.000 km! İşte izafiyet teorisi, klasik fizikteki mekân sabitliğini ortadan kaldırıp tek sabitin ışık hızı olduğuna dayanan bir teoridir.

"Aynı şekilde güneşin bize olan mesafesi hesaplandığında bizi ısıtan ve hayat kaynağı olan o ışığın sekiz dakikada dünyamıza ulaştığını artık biliyoruz. Yani diğer yıldızlara göre çok yakın olmasına rağmen güneşin bile ancak sekiz dakika önceki halini görebiliyoruz."

"Araçtakine göre ise tam ışık hızında zaman tamamen durur. Hem zaman, hem mekân ortadan kalkar. "