ALTI TANE ADI OLAN ADAM - 2

Roger Catherineou via by SNİBE
Hayır, Neruda değil.  Rene Karl Wilhelm Johann Joseph Maria Rilke. Aşık olduğu kadının önerisiyle Rene'yi bırakıp Rainer'i ön ad olarak kullanan Rilke... Ama bak takıntı olacak durduk yerde, ille de Duino Ağıtları, Duino Ağıtları! Oldu mu YKY, Duino Ağıtlarını basmışsın ama elinde yok, kös kös durmaktansa bununla yetinmek zorundayım bir süre daha. (Bak zaten Çamur bileğime konmuş, klavyenin tuşlarına basarken ben, o da kuyruğunu titretip duruyor, bırak bu işleri der gibi bakıyor bir bana, bir ekrana. Zaten canım çıkmış bütün gün,abuk sabuk insanları ve sistemi bir günlüğüne yakından görmek bile yetmiş ben münzeviye, Rilke bile merhem olamaz,tamam len Çamur,bırakıyorum bu işleri de!)


ŞARA SAYIN’IN ÖNSÖZÜNDEN:

“…Dua Saatleri Kitabı adıyla Türkçe’ye çevrilen bu şiir kitabını Rilke, hayatında dönüm noktası olarak nitelenen Rusya seyahatinden hemen sonra, 1898’de yirmi üç yaşındayken yazmaya başlar, kitap 1905’ de yayınlanır. Rilke Rusya’nın uçsuz bucaksız doğasının ve sade insanlarının kendisini değiştirdiğini, orada varlığın onu özgürlüğe kavuşturan başka boyutlarını yakaladığını söyler.
Stundenbuch, Almanca’da, ortaçağda oldukça yaygın olan dua kitaplarına verilen addır. Ünlü ressamların resimleriyle süslenen bu kitaplar giderek soylu kişilerin huzura kavuşmak için sık sık  başvurdukları kitaplara dönüşür. Rilke’nin elimizdeki bu şiir kitabı da bir tür dua kitabıdır. Lirik Ben'in, bir rahibin, Tanrı arayışını, dualarını, sorularını, çelişkilerini anlatır.(…) Ancak Rilke’nin aradığı Tanrı, Hıristiyanların tanrısı değildir. Gerçekleştirilmesi gereken ortak bir etik anlayışı sunmadığı gibi, yaşamdan sonra bir hayat da vaat etmez. Rilke’nin Tanrısı Nietzche  ve romantizm geleneğinin, Rilke’yle çağdaş Kafka, Freud, Musil, Gustav Mahler ve daha pek çok ismin de yapıtllarına yansıttıkları bir değişimin, Avrupa kültüründeki çöküş olgusunun dışında düşünülemez.
Genç Rilke Tanrı’nın böylesine uzakta,gerçekliğin ötesinde, erişilmez bir yerde olduşundan yakınır; onu gerçeklikte, nesnelerde ve kendi içinde, öznede arar…”


ÇEVİRMENİN GİRİŞİNDEN:

“ Rilke’nin şiirlerinin tümünü göz önüne alacak olursak Dua Saatleri Kitabı hiç kuşkusuz en lirik olanıdır, çünkü şair henüz yirmili yaşlarındadır, coşku doludur. (…) Hep şairin vasiyeti diye adlandırılan Duino Ağıtları ise son derece sancılı bir yaratış sürecine sahiptir. 1912 yılında yazılmaya başlayana ağıtlar 1922 yılında tamamlanır.
(…)
Her türlü sahiplenme duygusundan uzak durmuş, hiçbir zaman bir ülkeye, bir kişiye, bir eve, bir eşyaya bağlanmamış, kendisine ait değil bir evi, bir masası, bir sandalyesi bile olmamıştır.
 ...........

Kitabın adı: Dua Saatleri Kitabı (Das Stundenbuch)
Yazarı: Rainer Maria Rilke (1875- 1927)
Çevirmen: Prof. Yüksel Özoğuz
Yayınevi: YKY (Kazım Taşkent Klasik Yapıtlar Dizisi)
Basım yılı: 2008

                     
                               Bir de şu şiir :

KAYGILANMAMALISIN, Tanrı’m. Benim derler:
Sabırla duran tüm nesnelere.
Dalları okşayan rüzgârlara benzerler
Ve derler: Benim ağacım.

Fark etmezler,tuttukları her şeyin kor haline geldiğini-

ALTI TANE ADI OLAN ADAM

Henri Cartier-Bresson; via by supruntu.tumblr.com



                                            KAYIP giderken o an, dokununca bana
                                            Parlak, madeni bir vuruşla:
                                            Titrer duyularım. Duyumsarım.: Muktedirim.-
                                            tüm boyutlarıyla günü yakalamaya.

                                           Tamamlanamaz hiçbir şey,ben bakmadan,
                                           durur tüm oluşumlar kıpırdamadan.
                                           Olgundur artık bakışlarım ve bir gelin gibi
                                           yaklaşır herkese arzu ettiği her nesne.



Tanrı’nın, bu çok eski kulenin etrafında,
dönüp duruyorum binlerce yıldan bu yana;
Ama bilmiyorum henüz, bir şahin miyim, bir fırtına mı
ya da büyük bir şarkı.






Canımız istediği gibi resmedemeyiz seni,
İçinden sabah çıkacak olan alacakaranlık
Eski boya çanaklarından çekip aldık
Aynı fırça darbelerini ve ışık huzmelerini,
Ermişler onlara sarıp saklar seni.

Resimlerden duvarlar koyuyoruz senin önüne;
Öylesine ki binlerce duvar durur çevrende.
Saklar seni çünkü ellerimiz,
Kalbimiz çoğunlukla açıkça görse de.

Photo: Eduard Boubat via by SNİBE


Yalnızca bir kez olsaydı  tam sessizlik.
Sussaydı tesadüfî olanla ortalama olan
Ve komşudan gelen gülüşmeler
Ve gürültüsü beynimdeki düşüncelerin
Beni açık ve uyanık olmaktan alıkoyan.


Bu dünyada yalnızım ama yeterince yalnız değil,
Kutsamak için her anı.
Bu dünyada azıcığım ama yeterince az değil,
Durmak için önünde senin bir nesne gibi,
Karanlık ve akıllı.
İstiyorum iradem olsun ve irademle yürümek
Eyleme giden yolda.
Ve sessiz,sakin,sanki çekingen zamanlarda,
Birşeyler yaklaşırken,
İstiyorum bilenler arasında olmak
Ya da yalnız kalmak.









İstemem hiçbir yerde bükülmüş kalmak
Çünkü yalan dolana benzer bükülüp kıvrılmak.

….




George Seferis; via by SNİBE


İki nota arasındaki suskunluğum ben,
Birbiri ile geçindiği söylenemeyen:
Çünkü ölümün notasıdır hep yükselmek isteyen-

Ama barışırlar karanlık arada
Titreyerek ikisi de.
Şarkı güzel kalsın diye.


ÇİSENTİ


İleri yaşına rağmen yazmış ve gayet güzel yazmış bir isim Nezihe Meriç.

Onun adını da yine ilk kez Selim İleri’nin Perisi Kaçmış Yazıları’nda okumuştum. ( Ya da O Yakamoz Söner’de) “Edebiyatın sayfalarında hak ettiği şekilde öne çıkartılmamış bir kalem diye düşünüyorum.” gibi bir şey demişti İleri. Doğru bulmuştum, çünkü sözde hikâye sever ben bu adı duymamış, üstelik de yazarın yüz sene evvel yaşamış bir yazar olup artık hayatta olmadığı vehmine (İleri’yi okuduğumda hayattaymış: 2007)  bile kapılmıştım.

Daha çok, en çok ve belki de hepsi, geçmiş hayatlara, anılara ait hikâyeler bunlar. Yormayan,diri,kısa,akıcı,sürükleyici, gündeliğin şamatasının ve geçmişin “acışmış”lığının içinde, şiirselliği akupunktur iğnesi gibi tam yerine değen-oturan  öyküler, yaşama sevincine değip geçmeyi ihmal etmeyen.

Arka kapakta, yazar “Öyküler yazmıyorum, öyküler yaşıyorum.”  demiş. Evet, bunu hissettim.

Yazarın çocukluğunu Anadolu’nun çeşitli yerlerinde geçirmiş olmasından olabilir dediğim, farklı kelime ve deyimlerin  kullanıldığı güzel bir Türkçe. Yazarın bir ikinci kişiyle ya da sizinle konuşuyormuş gibi kendini doğrudan öyküye dahil ettiği, hatta öykünün yazım aşamasında kendi düşündüklerine dahil ettiği hoş bir üslup. Hikâyelerin adlarından da üsluptaki farlılık anlaşılabilir. Yine arka kapağa göre bu kitap  Meriç’in öykücülüğünde yepyeni bir dönemeçmiş. (Önceki eserlerini

KENZABURO OE'NİN KİŞİSEL BİR SORUNU

Japon yazarlarından hiç okumamıştım. Arka kapağı okudum. Kitabın kısa olduğunu ve  üzerinde “1994 Nobel Ödülü” ifadesini görünce Japon edebiyatına başlamak için iyidir diye düşündüm.

En üstteki  ibareye dikkat :)* 
Ama kitap bittikten sonra arka kapaktaki “acımasız,ruhsal şiddet öğeleriyle dolu” gibi tabirlerin abartılı olduğuna karar verdim. (Gerçi bu devirde şiddete ve duygusuzluğa  olan aşinalığımız yüzünden de olabilir abartılı bulmam) Olsa olsa sorunlu,kişiliği oturmamış bir genç  adamın cinsel tatminsizliği başta olmak üzere diğer problemlerini  keşif ve kendisini kabulü ile babalığı kabul etmesi  serüveni diyebiliriz.  Yani klasik roman kurgularından “olgunlaşma kurgusu” söz konusu. Roman,üçüncü tekil kişi ağzından anlatılmış. Zaman dilimi ise bebeğin doğumundan itibaren üç gün.

Evet, Japon kültürünün kendisinden kaynaklandığını düşündüğüm bir aşırı saygının getirdiği duygusuzluk,donukluk var insanlararası ilişkilerde. Roman ilerledikçe bunun daha çok farkına varıyorsunuz. Belki de kahramanın ailesine özgü bir yabancılıktır; kahraman,karısı,öğrencileri,patronu, kayınpederi ve kayınvalidesi arasındaki bu soğuk, mesafeli ilişkiler. Romanın başlarında baba karakterini gerçekten duygusuz, soğuk ve donuk olarak

UNUTKAN


Ev cinleri koyduklarımın yerlerini sürekli değiştiriyorlar. Birini yakaladım; dört buçuk yaşında ve kan bağımız var. Ama o gelmeden önce de vardı bunlar, gittikten sonra da buradalar.
 **
Komşuya akşam uğrayacağım demişim, bütün akşam beni beklemiş. Yapmam öyle saygısızlık; yanlış duymuştur.

SİNİRLİ

Adamı nasıl korkutmuşsam   (sen işini peyder pey yaptın ya bir günde biteceği yerde beş gündür süründürdün, ben de senetleri parça parça ödeyeyim ister misin usta, diye bir cümle sarfetmiş olabilirim) babamın arkadaşı olmasına rağmen senetleri bankaya havale etmiş. Bu ne ki, bir gün daha oyalasaydı, dükkanının önüne gidip oturma eylemi bile yapardım.

**
Kaldırıma park etmiş arabaların lastiklerini geceleyin kesmek için uygun alet edevatı aklımdan geçiriyorum. Bir sonraki safhayı çizgiliyorum kafamın içinde: Görgü tanığı olmadan sıvışmak.

**
Komşunun, aklı noksanlaşmış zavallı oğlu gece gece “Allahu ekber” naraları atınca din kardeşi demeyip başlıyorum….

**
Kafesinden çıkmak için çırpınıp öten Çamur’u balkondan aşağı fırlatsam ölür mü diye düşünüyorum.

**
Pire için yorgan yakanları bizzat içimde duyuyorum: Selam size ey canlar!

DAĞINIK

Kitaplık raflarım karışmış. Yabancı yazarlar bölmesine Türkçe yazanlar, Türkçe eserler bölümüne de yeni gelen yabancı yazarlar karışmış. Jöle tüpü köşeye sıkışmış. Sözlüklerin ve meslekî kitapların olduğu rafta allık, vazelin, saç fırçası; bitişikteki komodinden iltica eden.

Takılarım yerlerine konmamış.

Kıyafetlerim üst üste asılmış.

Kapı arkasına tozlar birikmiş.

Masanın üzerine saçılmış halde kalemler keyif çatıyorlar. Esperanza, onlara yeterli genişlik sağlayamadığı için kalemlik vazifesi yerine biblo vazifesini icra eder durumda. Ona bu adı koyduğumda  -tamamen içten gelen,anlık bir karardı- kesinlikle “ümit” anlamına geldiğini bilmiyordum. Oysa yüzündeki ifadeye göre karar kılsaydım “İnnocencia” koyardım. (Annemin bana uygun gördüğü ad dışında kendime seçtiğim adın da İspanyolca olması tamamen rastgele idi, sadece fonetik olarak beğenmiştim. Onun da anlamı bana yakışmıyor pek. Bu; rastgele şeylerde şansım yok demek mi oluyor? Evet, öyle oluyor. )

Her halükârda Esperanza, kalemlere üzülüyorsa da, sayfalarının orası burası kıvrılmış, satır altlarına ve sayfa kenarlarına kurşun kalemle müdahale (hatta tecavüz) edilmiş kitapların dağınık yığınına üzülmüyor. Şurasını yazacaktım, burasını düşünecektim diye diye günlerce masa üstünde cıbıl cıbıl duran çileli kitaplardan benim kadar rahatsız olmuyor.

Camların  kirli olduğunu söylemedim mi?




YAZ DÜŞLERİ, DÜŞ KIŞLARI

Kitabın adı: Yaz Düşleri,Düş  Kışları
Yazarı: Tomris Uyar (1941- 2003)
Yayınevi: YKY
Basım yılı: 2008
İlk basım: 1981


Tomris Uyar’ı sadece oyun yazarı olarak bilirdim. Oyunlarını da radyo tiyatrosu olarak dinlemişliğim vardı sanırım (ben küçükkenJ) Böyle güzel bir hikâyeci olacağı –ne yalan söyleyeyim- aklıma gelmezdi.

Dokuz güzel hikâye var: Kuskus, Filizkıran Fırtınası, Metal Yorgunluğu, Beyaz Bahçede, Oyun, Bayırdaki Ilgım, Zula, Rus Ruleti, Kuşluk Rakısı.

ÖLÜMDEN KORKMAYACAK KADAR YALNIZIM...

Fotoğraf: Martinez Clares



DEMİR KAPIDAN GİRDİLER
YEŞİLKÖY
                   YOL
                            KADIN
Uğraş düzeninin koridorlarından geçtiler
         Artları sıra yürüdü
         Odalar
                   Pencereler
Birbirini arayıp buldular
Tüm ayrıntılarıyla…
         Kapılar
                   Anahtarlar
                      Kilitler
                            Yerine takıldı
                                      Kuruldu
                                               Çalışma Yüzeyi.

(…)
Ayrıca TAM BİR AŞK EFSANESİ…Lakırdı söylemenin tam sırası
Diye düşündü.
Aklında sinsice bir şeyler buldu.  Bildiği şeyleri KENDİNE saklayacaktı:
“SİZİ SEVİYORUM BARON BAHAR” dedi haince. Baron Bahar, “Bu,eski şarkıdır, je vous aime beaucop mademoiselle”
Diye cevap verdi ve yumuşak bir sesle yere düştü.
         Kadın yere düşen Baron Bahar’ı kaldırdı.
BANA NE SÖYLEYECEKSİNİZ?
Baron Bahar:

NO, MERCİ !



Genelleme yapmam gerekirse çoğunca Fransız filmlerinden sıkılırım. Ama Depardieu olunca iş değişir. Jean Reno da fena değildir, velev ki Leon'dan sonra. 
İKH, aşağıdaki bağlantıyı verince çok sevdiğim bu oyunu - ki TV tanıtmıştır onu daha çok- bir kez daha hatırladım. (Alıntılanan sahne sanırım 1990 Fransız yapımı Cyrano. )

                                      Cyrano-de-Bergerac-G.Depardieu-No-Merci

YANIK SARAYLAR

görsel mercankirtasiye.com'dan

Kitabın adı: Yanık Saraylar
Yazarı: Sevim Burak (1931-1983)
Yayınevi :YKY
Basım yılı: 2011
İlk basım yılı :1964

Sevim Burak adını - ilk değilse ikincidir muhakkak- Portreler Galerisi’nde duydum. Avni Özgürel’in hazırladığı bu güzel TRT belgeselinde Sevim Burak’ı izleyince Yanık Saraylar’ın   okuma listesine girmemesi düşünülemezdi.

Özellikle annesi ve kaptan babasının, evliliklerinin ilk yılını, gemilerde çalışarak geçirdiği bilgisi bana çok dokunaklı gelmişti. Bir yabancı gelin olarak annesinin durumu da. Ki bu kitaptaki Ya Rab Yehova hikâyesini annesine adamış Sevim Burak.

Yanık Saraylar, hakkında söylenen övgüleri hak eden bir esermiş. Okuduktan sonra kabul ediyorum bu gerçeği. 

Ancak öyle okuması kolay hikâyeler değil bunlar. 6 öyküden oluşan bu ince kitabı öyle bir çırpıda okuyup sindirmeniz biraz güç olabilir. Şiirli bir dili var Burak’ın. Dümdüz giderken mecazlara dalmış bulabiliyorsunuz kendinizi. Bilinç akışını çokça ve başarılı bir şekilde kullanmış bu güzel hikâyelerde. Biçim olarak da farklı yazılmış; büyük harfler,tek kelimelik satırlar, yerinde olmayan noktalama işaretleri…Biçimdeki bu “savruk” hava, içeriğin zaman zaman belirsizleşen, mecaz aranabilecek havasına uyuyor,destekliyor bu yapıyı. (Sevim Burak’ın yazma şeklinin hissedilmesi de söz konusu, ilgili link aşağıdaki röportajda)

Yıllara meydan okuyan bu öyküleri çok beğendim ben. O dönem fırtınalar koparmış bu hikâyeler ve üslup hâlâ özgün ve güzel. Şimdi yeniden okumaya gidiyorum.


 TRT’deki Avni Özgürel’in hazırladığı Portreler Galerisi hakkında:


BEN- LİK


Latincesi ‘ego’, Arapçası ‘ene’.

İnsanda hem iyi hem de kötü duygular vardır.

Bu sebeple insan şeytan gibi de olabilir, melek gibi de. Bu iki uca ulaşmak kendi irade yoludur.

İyi ya da kötü olmayı “iradesini” kullanarak kendisi belirler.

“İyilik” yaparak içindeki iyiliği güçlendirir, kötülüğü köreltip baskı altına alır.

“…İnsan mahiyetinde (TDK online, mahiyet: öz,vasıf,nitelik) çekirdek gibi, hem iyi hem de kötü duyguların fideliği olan bir merkez vardır. (?) Bütün insanlar bu iki merkeze ait duygularla donatılmış olarak bu dünyaya gönderilirler.

Dolayısıyla insan, iyi bir ailede doğar, iyi öğretmenler elinde yetişir ve daha sonra da iradesini iyilik doğrultusunda kullanırsa  içindeki o iyilik çekirdeği büyüyüp ağaç olarak onun ikinci bir kişiliği olacaktır… Artık o, ufak tefek asabiyetleri, kusurları da olsa (çünkü bunlar insanın özünde hep vardır) kötülüğe meyil vermeyecektir….

BENLİK KAZANMA SIRLARI:

İnsan, ben, benim hayatım, benim iradem, benim yaptıklarım, benim sevdiklerim…diye diye kendisine bir  mahiyet çizer. Bu mahiyetin çizilmesinde bir nevi fayda vardır. Çünkü insanın benliği Yaratıcının varlığına bir ayna, insan da buna şahit konumundadır. Tasavvufta buna esrar-ı hodî denir. Yani benlik kazanma sırları. Benlik kazanma sırları ile kendimize bir tasarruf sahası belirliyoruz.

Görüyor, duyuyor, anlıyor, yapabiliyor… olduğumuzun, kendimizin –kısmen- farkına varıyoruz. 

Ama sonra… bakar ki “hayat” dediği şey tamamen başkasına ait. Ne doğumuna hükmedebiliyor, ne ölümüne...

 Böylece kendine izafe ettiklerinden sıyrılmaya başlar ve “benlikten vazgeçme sırlarını” kavramaya başlar.

(...)Bir filozof  (Descartes) , “Bende namütenahilik (TDK online: (Far.) : Sonsuz, ucu bucağı olmayan) duygusu var. Halbuki ben mütenahiyim (sonluyum), çünkü doğuşum bellidir ve öleceğim. Bende sonsuzluk düşüncesi olmaması lazım, çünkü ben sonsuzluğu bilemiyorum. Öyleyse bu bende bir namütenahinin tecellisidir,” diye düşünür. O, bu sözleriyle mütenahiden namütenahiye intikal ediyor.

* Tasavvufa giriş okumalarımın başlarındaydı bu notlar.  Aydan Atlayan Kedi'nin bir yazısı ile de başka bir okumam çakışmıştı. (Hala giriş okumalarındayım,  ah Seval hoca, ah :))

**Soru işaretleri bana ait :)

2:FATMA ALİYE: UZAK ÜLKE



Kitabın adı   : Fatma Aliye: Uzak Ülke
Yazarı          : Fatma K. Barbarosoğlu
Yayınevi      : Profil
Basım yılı    : 2010
İlk basım yılı : 2007


Roman yazıyor kapakta. Evet, romanımız iki kısımdan oluşuyor. İlk bölümde Fatma Aliye’nin biyografik romanını okuyoruz. Sonra ise yazar kendi serüvenini yazıyor: Fatma Aliye’yi ararkenki kendisini. Yazarın yedi yılını bu araştırmaya verdiğini duyunca bu iki farklı kısım birbirine daha kolay eklenip uyumlulaşıyor. Her ne kadar F. Aliye seminerlerinin anlatıldığı bu son kısımda, zaman zaman sıkıntı bassa da, bir sonraki bölümdeki  bir olay, bir düşünce tekrar sizi kitaba döndürse de…

Yine de bir bütün olarak baktığımda kitabı beğendiğimi söyleyebilirim. Yazarın F. Aliye’ye olan merakının, hayranlık ve ilgisinin üsluba getirdiklerini (getirmiş olabileceklerini mi demeliyim, çünkü diğer kitaplarından okumadım hiç)  mazur görerek.

2009 itibariyle 50 liramızı şereflendiren F.Aliye ( resim ve bilgi: iyibilgi.com)

İlk kısım, F.Aliye’nin doğumunun (1862) anlatılışı ile başlamakta, hayatının dönüm noktaları diyebileceğimiz belli başlı olaylarının anlatıldığı zaman aralıklarıyla ilerlemekte. Bu arada F.Aliye’nin meşhur Ahmet Cevdet Paşa’nın kızı olduğunu hemen söyleyelim.

1: BİR UZAK ÜLKEDEN BİR FISILTI DUYMUŞ OLABİLİRİM

Bu yazı da, nasıl yazsam diye düşündüklerimden biri olacak: heyecan var,beğenme var,beğenmeme var, empati var… Kısa mı yazsam, uzun uzun mu anlatsam?

Birkaç farklı, kendimce çarpıcı başlıklar da buldum. Ama her bir bölümü bitirişimde aklımdaki başlık da değişti. Yine de kitabı merak ediş sebeplerimden başlayayım.

Altı ya da yedi ay öncesine kadar, bir dakika, kesin zamanı belirleyebilirim, evet : Ekim 2010’dan sonra – Danell Jones’un V.Woolf’tan Yazarlık Dersleri adında, heveskâr yazar adaylarını cezbetsin diye yazılıverilmiş ama içinde Woolf’tan esintileri barındırdığını inkâr etmeyeceğimiz bir “kitap’cık” elime geçtikten sonra (evet, kitaplarıma mutlaka elime geçtiği tarihi yazarım, kendi mahsulüm ex libriss’imi de çiziktiriveririm) – hiç ama hiç aklımda olmamışken bunca zamandır, “kadın yazar” kavramını kafamın içine sokmasından sonra …

Kavram değil, ayrım. Bir vakıa, elbette, kadının yazar olması. Ama ayrım da. O uzun kulaklı, güzelim gözlü hayvanın aklına karpuz kabuğu mu düştü desem, başladım “ Yahu şu kadın yazarlar nedirler, ne değildirler,in midirler,cin midirler … velev ki hemcinslerim” demeye… Kısaca böyle açıldı bu patika.