AMAK-I HAYAL

“-El öpmek?.. Niçin? dedi. İstersen konuşalım. Fakat konuşmaktan ne çıkar ki! Kim bilir şimdiye kadar kaç merkep yükü kitap okudun. Fakat bunlardan ne anladın? Hiç, değil mi? İnsanlar neyi bilirler? Zevk ve bencilliklerinin arzuladığı sanatsal birtakım şeyleri... Fakat hak ve hakikat hususunda ne bilirler? Hiç! Akıl yoluyla hakkı bulmak mümkündür. Fakat bilmek, anlamak mümkün mü? Ne konuşalım? Harfleri bir araya getirerek hikmet bilinebilir mi?”

Bir dostun kütüphanesinde görünce beleşten okuyayım, gerekirse sonra edinirim diyerekten okudum Amak-ı Hayal’i. Derin Hayaller diye çevirebiliyormuşuz bu nev-i şahsına münhasır kitabı.

İçerikten önce biçimi anlatayım. Bir kere klasik tipte bir roman değil. Kurgu düzeni,karakter derinliği vb. yok. Zaten amaç da bu değil sanırım (bkz. sona eklediğim Önsöz). Yine de ikinci bölümü koymasaymış yazar,ilk bölüm  kısa bir fantezi roman sayılabilirdi ama. İkinci bölüm (Manisa Tımarhanesi) sonradan ekleme rastgele  hikâyeler gibi duruyor. Üslup yer yer alaylı,hicivli, yani zekice yazılmış.

 Olayımız ise; kahramanımız genç Raci’nin,

KÜÇÜK ANLATILAR ÇAĞINDA GÜRÜLTÜCÜ AŞK

SESSİZLİK SIR SAKLAMAZ*

Aşk artık gürültücü. Artık aşkın gürültüsünden durulmuyor. Aşkı ruhunda dinlendiren sevgililer yok. Ortalığı telaşa vermek, yakmak,yıkmak,kırmak istiyor aşk. Yok olurken yok etmek istiyor.

Eskinin sessiz ve içli âşıkları nerede şimdi?..

Yaktığımdan daha büyük ateşlerde yandım…
Aşk derdiyle hoşem,el çek tabip ilacımdan…
Mecnun olup çöle düşmeyeceksen
Ne Leyla’yı çağır,ne çölü incit!...
Sen uyuduğunda, kapanan benim gözlerimdi….

Diyen…

Günümüzün aşkları görünmek istiyor…Özlemek istemiyor âşık,hemen kavuşmak istiyor. Çet’leşmek, mesajlaşmak,cep telefonuyla kapsama alanında tutmak, hapsetmek, boğmak istiyor. Aşk beklemeye tahammül etmiyor. Aşık sevmek değil,sevilmek derdinde. Sevilsin, şu karanlık dünyada kendine bir ışık dehlizi açılsın, bu dünyada sevilmeye değer olduğunu birisi kendisine söylesin istiyor.Yücelmek için yüceltiyor,sevilmek için seviyor… “Ne olur beni sev!” diye uluorta bağırıyor. Sessiz bir ağlayışla yapılmadığı için bu çağrı, masum bir yakarı olmadığı için, ötelerden yankı bulmuyor…

Ve aşk, yaramaz bir çocuk gibi tepinip yaygara koparıyor günümüzde…

*Bir Uriaah Heep şarkısıymış

 HİKAYESİZ BİR DÜNYA

İnsan hikâyeler anlatan bir varlık. Hepimiz bu dünyada tutarlı, mutlu sonla biten bir hikâyemiz olsun istiyoruz.Ani yalpalamaları, keskin dönüşleri, savruluşları da o uzun ve bütün hikâye içinde bir yerlere yerleştirmek, boşa yaşamadığımızı kendimize söyleyebilmek derdindeyiz.

Oysa hikâyelein değer yitirdiği, özünün boşaldığı,büyük anlatıların tarihe karıştığı bir dönemde yaşıyoruz. “Aydınlanma öldü,Marx öldü,işçi hareketi öldü ve artık yazar da kendisini iyi hissetmiyor.” diyor bir yazar. Artık hayatlarımıza anlam vermeye ve sorumluluklarımıza bir meşruiyet kazandırmaya devam eden hikâyeler, sadece kişisel hikâyelerimiz. Benliklerimizi kahramanlaştırdığımız hikâyeler yazıyoruz: Kişisel mitler, bizi diğer insanlardan ayıran ve biricik kılan anlatılar…

Küçük anlatılar çağında, hiçbir hikâye hayatın anlamını tek başına açıklamaya yetmiyor…

Fikirsiz adamlar,hikâyesiz adamlardır; zaplarsanız yok olurlar…

GEBER JÜSTİNYANUS DEDİM VE...



Madem gittik, e bir de beğendik,iki satır yazalım film hakkında.
Hani gitmezdim ama bir fragmanda efektleri gördüm. Yakından bakmakta fayda mülahaza ettimJ

Beğendim be ben bu filmi. Tabii ufak tefek kusurları var. Misal, Bizans imparatoru savaş kararlarını hamamda,güzel hatunlar arasında,sefahat içinde veriyor. (Belki doğrudur da) Eh o kadar kusur kadı kızında da olurmuş. Ne de olsa, Türklerin yaptığı bir epik filmden bahsediyoruzJ

Bir de Karaman ovasındaki ordu efekti pek sarmadı beni. Ama astigmattan da olabilirJ

Görsel efektler iyiydi, müzik de idare etti. Hollywood tipi bir savaş filmi olmuş diyebilirim ama serde atalardan gurur duymaklık olunca kabullendikJ Fatih’i oynayan şahıs da fena oynamamış. Lakin şu Akşemseddin neden durup durup sonlarda arz-ı endam etmiş onu hiç anlayamadım!

Mehmet Han’ın, İstanbul’u fethetme tutkusu, dönemin siyasi şartlarının verilişi…bana yeterince iyi geldi. Yine bir insan olarak Sultan Mehmet’in babası,oğlu ve “zevcesi” Gülbahar hatunla olan (kuşatmadan önce ona bir şiir yazar ve verir) ilişkileri de epik bir film içinde yeteri kadardı diyebilirim. Yani buradan senariste artı puanJ Savaş sahneleri, Lağımcıbaşı ve sahneleri…epey emek verilmiş…Ki Lağımcıbaşının kısa ama öz performansına dikkatinizi sündüreyimJ Ha,bir de bizim çok bildiğimiz gemileri karadan yürütme olayını abartmamış yönetmenimiz.

Geber Jüstinyanus dedim de,aslen iki yakışıklı arasında kaldım, bu biraz uzun olmuş olan teke tek dövüş sahnesinde. Sonunda damarlarımdaki “ırkçı” kan ağır bastı ve Jüstinyanus’a beddua ettim. Üzgünüm Cengiz Coşkun J

Yalnız… son sahne bu kadar mı aceleye getirilir, bu kadar mı saçma olur yahu? Aptallıktan yapılmadıysa gizli bir gönderme var diyebiliriz de göndermenin amacı beni aşar: Bir Amerikan başkanı (Klingon muydu Clinton mıydı?) gelip de bir bebemizi öpmüştü ya,Fatih de fetihten sonra Ayasofya’ya giriyor,yeni tebaasına hitap ettikten sonra bir kız bebesini kucaklayıp öpüyor filan. Bu sahneyle bitmesini gururuma yediremedimJ

Hasıl-ı kelam, Kral Arthur ve Merlin hikayeleri izlemekten cıcığı çıkmış biri olarak bu filmi aldım baş üstüne koydum.

Not: Burada filmin resmi web sitesi
İyi seyirler efem.

MAKSAT MUHABBET

1. MAKSAT “MUHABBET” OLSUN

Ah,bir güzellik var bu işin içinde! Tanrı’m!

Sormadan ikram etti kahvemi:

- Şekerlidir mutlaka,değil mi?

Sonra  dedi ki, yudumlarken çayını, dedi ki sonra:

- Maksat muhabbet olsun,bak dedi, fincanıma eğilerek, denizkızlarının Ege’ye kuyruk vuruşlarından uzayıp geliyor bu köpükler.

Demesin mi sonra:

-İç de bakayım sana,içerken nasılsın sen, kalkıyor mu serçe parmağın beceriksiz bir kibirle?

Bir de dedi,

- Dağınık bırakma saçlarını, fazla yakışıyor sana.

Tanrı’m, bu işte bir güzellik var ama…

2. MUHABBET OLDU

Güneşte demledim çayını.

Niyet ettim Allah rızası için muhabbet çayı demlemeye dedim üstelik, kutsallık kattım içine.

Çok demledim çayı, istersen dostlarını da getir, benim de dostlarım olsunlar,bile dedim.

Dedi ki:
- Önce sen bir demle, bakalım becerebiliyor musun?
- Karanfilli dedim.
- Nereden bildin,dedi.
- Attım,tuttu, dedim.
- Öyle deme, içime doğdu de,dedi.
- Sen nasıl istersen,dedim.
- Yok,dedi, biz nasıl istersek.

Utandım mı ne?
Muhabbet oldu.

3. NE OLDU

- Çok muhabbet tez ayrılık getirir mi,dedim.
- Evet,dedi.
- Hadi git o zaman, dedim.
- Gidersem dönemem,dedi.
- Neden,dedim.
- Gözden ırak olan,gönülden de ırağolur,dedi.

EMİLE ZOLA VE HULYA


Allah’ım,  okurken beni çıldırtan kitap – hele ki yazarı klasikler arasında sayılıyorsa- nadirdir. Ama oluyor işte! Böyle uzun,fotoğrafik mekan-arazi  tasvirleri sebebiyle sıkıldığım ve sayfalarını atladığım  en son kitap  hatırladığım kadarıyla Balsac’ın  Köy Doktoru  idi. Orhan Pamuk’un  Benim Adım Kırmızısı da tasvirler yüzünden böyle hissettirmişti bana.

 Hulya, 1850’lerin Fransa’sında geçen tuhaf bir aşk öyküsü. Zola, bu eserinde, dini aşk ve çile motiflerini okuyarak dış dünyadan soyutlanmış bir halde yaşayan evlatlık Anjelik’in bu Hıristiyan azize efanelerindeki ermiş Agnes’in yerine kendini koyarak bir “hulya” kurmasını anlatmış.

Okumakla vakit kaybı elde etmiş oldum ama gerçekçilik ve  kurgu nasıl’ın hatrına,ev ödevi minvalinde okuduk işteJ Lafı gevelemeden olay örgüsündeki çabuk geçişler, tasvirlerin ağdalı hali ile tezattı doğrusu. Yine Anjelik’in mesleği olan işlemecilik ile ilgili uzun-gerçekçi tasvirler beni bezdirdi. (Natüralizmin öncülerindenmiş hazret) Sonlara doğru yine beklenmedik mucizevi gelişmeler ise bir şey ifade etmedi bir okur olarak bana. Tıpkı düğün gününde ölen Anjelik gibi.

Zola’nın, gencecik,dış dünyadan ve maddi aşktan habersiz de olsa,bir kadının genlerinde olan “cilve” durumlarını verişi hoşuma gitti sadece. Bu ve Anjelik’in psikolojik olarak kendini inandırdığı mucizeye dönüştürmesi de kaale alınabilir elbette. Gerisi bana uymadıJ

Herkese iyi okumalar.

Kitabın adı: Hulya
Yazarı: Emile Zola (1840-1902)
Yayınevi: Meb
Basım yılı: 1991
Çeviren :Hamdi Varoğlu

HADİ GİDELİM

Shlomi Nissim.com


(…) Kimsenin nicedir akasyalarla ilgilenmediğini düşünürdüm. Eski bir şarkıda anılmaları, varlıklarından daha gerçek, daha sürekliydi sanki. Oysa kentin doğusunda, daracık bir sokağın alçak yapıları, akasyaları hâlâ savunuyordu.

(…)Yılın ikinci ayıydı. Sokak buzla kaplıydı. Akasyalar çıplak. Şarkıları unutulmuş. Gümüşsü dallar,isli bir gökyüzüne doğru uzanıyordu. Sanki her şey pusuya yatmıştı. Tuhaf bir bekleyişti. Baharın bize ne getireceğini bilmiyorduk. Akasyaların yeniden çiçeklenebileceğini bile düşünemiyordum.(…) Pek çok akşam, işimden dönerken, ikisini yeniden görürsem koşup boyunlarına sarılmayı bile istemiştim. Ama böyle bir özgürlüğüm yoktu. Ansızın bastıran istekleri içimde saklamayı, örtmeyi ve örtünmeyi yazık ki fazla öğrenmiştim.

(…) İnanmaya savaşıyordum:Aşklar sürüyordu. Yeni ve dayanıklı sevdalar,karanlık köşelerde,dar zamanlarda mayalanıyordu.

İki adam geldi. Ellerinde bir teneke boyayla. Akasyaların altındaki alacalı bulacalı duvarı kurşun rengine boyayıp gittiler. Gördüm: Sevdası yer değiştirmiş bir duvar eskisi.{Savun Sevdam Sen Savun}
                  
(…) Bir sigara yakıyor. Her zaman bu nokta: Yaşamının tek soluk alır yanı. Bir tek sigara. Geceleri. Babası uyuduktan sonra. Evi derleyip toparladıktan,ertesi gün için babasının çorbasını,püresini hazır ettikten sonra, pencerenin dışındaki öksüz karanlığa baka baka, dumanı cama yapışıp kalan o tek sigara.  {Dar Odanın Karanlığı}