SADECE İKİ ÖZELLİK DE YETER :p




Kadının biri kumsalda yürürken ayağı eski bir lambaya takılmış. Kadın lambayı kumların içinden çıkarmış,ovalamış. Lambadan bir cin çıkmış:

-Sadece bir dilek hakkın var, iyi düşün öyle dile, demiş.

Kadın hiç tereddüt etmeden, cebinden bir harita çıkararak:

-Bütün dünyada zulmün, savaşın, açlığın bitmesini istiyorum. Bu haritadaki ülkeleri görüyor musun? Bu ülkelerin birbiriyle savaşmayı bırakmasını, her yere barışın gelmesini diliyorum, deyivermiş.

Cin haritaya bakmış ve dehşetle:

- Allah aşkına kadın! Bu ülkeler binlerce yıldır savaşıyorlar. Tamam işimde iyiyim ama o kadar da değil! Bunu yapabileceğimi sanmıyorum. Başka bir dilekte bulun, diye bağırmış.

Kadın birkaç dakika düşünmüş.

- Hayatım boyunca doğru bir erkek bulamadım. Bilirsin; hem ince düşünceli, hem dürüst, hem karizmatik,hem eğlenceli biri, sevecen, ilgili ve ömür boyu sadık olacak erkek diliyorum, demiş.

Cin derin derin bir iç çekmiş:

-Uzat şu kahrolası haritayı!






Kaynak: tumblr taifesi :)

CAZİBE İSTASYONU


Kitapçıdayken rastgele aldığım bir kitap Cazibe İstasyonu. Can yayınlarından çıkmış. Yazarın ismini duymuşumdur belki de diyorum.

Daha sonra, iç kapaktan yazarın 1970 Manisa Gördes doğumlu, ödüllü çalışmaları bulunan bir yazar ve bu kitabının en son yayınlanan öykü kitabı olduğunu öğreniyorum.

Akıcı bir dili  ve güzel bir anlatımı olmasına rağmen bu kitaptaki öyküler beni içine çekmedi.(Gerçi şu aralar tabir yerindeyse dayak zoruyla okuma yapıyorum...)

Daha sonra internette rastladığım bazı başka öykülerini ise daha güzel buldum.

Bu kitabı iki başlığa ayırmış Büke: Taşın Dediği , Tuhaf Su

Öykülerin kiminde biçimsel olarak farklı kurgular da yapılmış, hikayenin bir kısmının (diğer öykü kişisinin mesela) sayfanın bir tarafına çekilen çizgi ile ayrılması, akışın oradan devam etmesi gibi. Yahut aşağıdaki gibi.


Ben en çok M Tipi Kapalı, Ramazan ve Jeoloji, Düşen ve Düşünen Adamın Bir Günü öykülerini beğendim. Herkes Ana Kuzusu adlı öykü ise değindiği konu bakımından önemliydi: Dersim gibi zorunlu göçler neticesinde birbirlerinden ayrı kalmış iki kardeşin öyküsü…

İkinci bölümdeki öyküler ise birbirine bağlı, bilim kurgu yahut gelecek zaman tasavvuru görünümünde (kuraklık teması) ama katmanlı okumaya müsait güzel öykülerdi.  Özellikle giriş öyküsünü beğendim.

Sonuç itibariyle  iyi bir öykücüyle karşılaştığımı düşünüyorum.

Kitabın adı: Cazibe İstasyonu
Yazarı: Ahmet Büke
Yayınevi: Can
Basım yılı : 2012

WORLDCARD NASIL B.K CARD OLDU YAHUT: BU LAF ÇOK KOYDU BANA




"Bankanızın İzmir Balçova Şubesine, worldcard adı altında sunduğunuz kredi kartı için 6.11.2012 tarihinde başvurdum. İlgili bireysel müşteri temsilciniz (Erengül Hanım)emekli maaşımın SGK sisteminden dökümünü aldı, kimliğimin fotokopisini çekti ve başka bir belgeye ihtiyaç olMAdığını,kurye ile akşam evrakları göndereceğini,hafta sonunda ilgili cevabın geleceğini söyledi. Dün itibariyle, postama ulaşan 79723982/KD belge no'su ile merkezinizden gönderilen belgenin sonunda talebimin red sebebi: "Beyan etmiş olduğunuz geliri belgeleyememeniz ya da eksik belgelemeniz"  olarak bildirildi.

Şubeye gidip bu reddin sorumlusunun banka çalışanı olduğunu söylediğimde önce itiraz edildi, sonra ise hakkını arayan bir vatandaşa çatıldığı anlaşıldığında  pişkin pişkin "evet,yanlışlık bizde,kusura bakmayın,müşteri hizmetlerini arayın ve neler gerekli öğrenin". Şeklinde bir cevapla karşılaştım.

2012 yılında verdiğiniz bankacılık hizmeti bu mudur? Yapı Kredi, -son tahlilde başvuru evrak şartları bir günde değişse bile- şube çalışanlarını anında bilgilendiremeyecek kadar "özürlü" bir şirket midir? Öyleyse Koç Holdinge yakışan bir yöneticilik  midir bu?

Çalışanınızın yaptığı işe ve şahsıma olan lakayt tavırları gözümde bankanızın değerini düşürmüştür.

Madem tüm süreci sürdürüp biz takip edecektik neden araya banka elemanlarını sokuyorsunuz? Ben kendim bu işi tek seferde daha düzgün yapardım!"


Evet sayın seyirciler, yukarıdaki yazıyı (babamın ağzından, çünkü başvuru sahibi o, anlaşıldığı üzere) "1ooo" karakter sınırı sebebiyle kısaltarak, ikinci denememde, Yapı Kredi Bankasının ilgili web sayfasından ilettim. Amma şikayet-öneri varmış; bana verilen takip numarası bir milyon yediyüzdoksanyedibin  üçyüzkırkyedi.

Yapı Kredi Bankasının yayınları kalitelidir, alır okurum. Ancak iş hizmete, müşteri memnuniyetine  gelince orada iki kere dururum…

Annem bahsettiğim olay karşısında "biraz" sinirlendiğimi görünce ( Bankanın 444 o 444 no'lu hattıyla 12 dakika boyunca konuşmamdan sonra :p) kısık sesle bana laf attı: "Seninle yaşanmaz."

Çok koydu bu laf bana.

İşini düzgün yapmayan insanlara tahammülüm çok azdır. Eğer bu beceriksizlik sistemin kendisinden kaynaklanıyorsa o sisteme de tahammülüm yoktur.

Neden tahammülüm az? İlki;

MAVİYE DE YEŞİLE DE DİLİ DÖNMEZ ÖMRÜMÜN ARTIK …




Didem Madak Çelik (1970-2011), genç denecek bir yaşta, kanserden vefat eden bir İzmirli. Bir avukat. Bir şair. Annesiz büyüdüğü gibi, bu kaderinin kızına da yazıldığı bir anne.

Dostum, bana onun şiirlerinden örnekler yollarken, mısraların beni yakalamasına rağmen kitaplarını hemen edinmeyeceğimi biliyordum. Sonra burada bir yazı gördüm. Sonra da geçen ay sonu kitapçıda, adeta önüme devrildiler, Pulbiber Mahallesi ile Ah'lar Ağacı.

Sevdim bu şiirleri çokça. [Sevdim, ne olmuş?]

Alttaki linkler şairenin şiirleri ve şairliği hakkında nette bulubildiğim eli-yüzü düzgün tek-tük yazı. (Kendisiyle yapılmış röportaja ulaşmam çok iyi oldu)

Bana gelirsek, kimi yeni şairlerde ve şair olma yoluna koyulanlarda gördüğüm bir tarz buldum Madak şiirlerinde*: Basit dil ve kelime oyunlarını, şakalarını, günceli,gündeliği (hem olay hem de dil bakımından) şiire katan bir tarz. Kıvamını bulmazsa bu tarz şiiri sevmiyorum. Madak'ınkiler ise benim sevdiğim kıvamdaydı. Dolayıyısıyla içindeki şiir pırıltılarını karartmamış, samimiyeti kaybetmemiş, dili ergen tepki diline çevirmemiş şiirlerdi. Özellikle Ah'lar Ağacı ve bu kitaptaki diğer şiirler. Şiirlerinde sıkça görülen naif dinî motifler hakkında ise aşağıdaki iki farklı linkte iki görüş var…Bunları okurken aklıma gelen (sadece  bu örnek için demiyorum) ise şunlar oldu: Yazar/şair yazacağını yazar, sen de analiz edersin…Bir gruptan olmalısındır ve o gruba göre davranılmalıdır eserlerine ve sana…Hele de öldüyse yazar, kendinden sonraki "aşırı yorumları" bertaraf da edemez…)


* Varlık'taki röportajında Madak, yazdıklarının "kitabî şiir" olmadığını söylemiş. Topuz da "'80'lerden gelen  imajinist akım" demiş...








TÜKÜRDÜĞÜMÜN İNGİLİZ LAHANASI

un,su, tuz,maya; lahana,soğan,yağ,baharat,salça

Geçen gün lahana sarması yaptık valideyle. Tükürdüğümün ingiliz lahanası, nerde öyle incecik, şeffaf,damarsız yapraklar yerli lahanamızdaki gibi! Sar sarabilirsen. Ülen bu dünya İngiliz'den dalavareden başka ne görmüş ki lahanasından hayır görsün! Zaten Filistin topraklarını, kendi mandası altındayken, vergileri artıtıp artırıp ödeyemeyen Arapların elinden - çıkardıkları yasayla- el koyup sonra da açık artırmaya çıkartıp yahudilerin satın almasını sağladığını, yahudilerle Filistinliler arasında çıkan çatışmaları "sonlandırmak için" meseleyi kendisinin ve sömürgelerinin kurucu üye olduğu "Cemiyet-i Akvam" a getirtip sonuç olarak toprakları iki halk arasında "pay etmeye" karar verdirdiğini, toprak sahipliği yukarıda bahsedilen metotla % 6 olan yahudilere  (nüfusu da araplardan kat kat az olan yahudilere) toprakların % 54,47'sini, Filistinlilere de % 45,53'ünü verdiklerini öğrendiğimden beri bir kat daha sevmez oldum kendilerini, üstelik de tırstım. İngiliz diplomasinin namını duymuştum da bu türden planlı ve uzun vadeli sinsiliğe de pes doğrusu(!) Yine İlber hoca bir programda İngiliz Gertrud bilmem ne adlı parası bol, hayali geniş bir İngiliz "lady"sinin Irak diye bir ülke yaratma fikrini nasıl devletine kabul ettirdiğini filan söylemişti ama yine de aymamıştım doğrusu...

İşte, diyorum ki lahananın da ingilizinden uzak durmak lazım!

İki kafam kadar lahanadan bi' doğru dürüst sarma çıkmadı len, sarmaya uygun olmayan parçalar hayli olunca kavurduk, iç yaptık. Bakınız ilk foto.

Lemis yapacağız. Hamur bezelerini aynı büyüklük ve biçimde yuvarlayamadığımı kabul ediyorum. Ama oklava ile açarken düzeltebiliyorsunuz durumu. Hoş valide hanım beğenmiyor benimkileri ama olsun, anneler kızlarının neyini beğenir ki esasen :)

Lahanalı lemis, Gümüşhane yöresine ait efem. Başka yerlerde bilinir mi, bilmem. Yağsız olarak pişiriliyor. Yemiyor ve yanında yatıyorsunuz, bir süre sonra da yaptığınızın saçmalık olduğunu anlıyor ve yumuluyorsunuz. Afiyet olsun :)

Misafirler valide sultanındı, ek olarak mercimekli köfte yaptım, ellerime sağlık. Kabak tatlısı ise valide sultana aitti. Yalan yok, yemek konusunda asla annemi geçemeyeceğim :p

bu kez salça koymadım mercimek köftesine, limonların dışı kötü olmuştu,dilimleyip süsleyemedim tabağı,püff.

gelenler şeker hastası hatunlar olunca porsiyonlar küçüldü. Üzerlerindeki fındıklar yeni mahsul Trabzon finduği da.





PİS BÜYÜCÜLER


"... Ben bir film gösterdiğimde aldatma suçunu işlemiş oluyorum. İnsanın belli bir eksikliğinden yararlanmak üzere yapılmış bir aygıt kullanıyorum ben, seyircileri pek heyecanlı bir yoldan etkim altına almaya yarayacak bir aygıt: Onları güldürmemi, korkudan çığlık attırmamı, gülümsetmemi, peri masallarına inandırmamı, kızdırmamı, sarsmamı, büyülememi, derinden etkilememi ya da sıkıntıdan esnetmemi sağlayacak bir aygıt. Bu yüzden ben ya bir dolandırıcının biriyim, ya da, seyirci aldanmaya hazırsa, büyücüyüm. "  Ingmar Bergman


Güncel sinemayı takip ettiğim -en azından izleyerek- söylenemez. Sevdiğim filmleri ise öyle sık sık izlemem. Sevdiğim kitapları sık sık okuyamadığım gibi.  

Ama, benim gibi maymun iştahlı biri için uzunca sayılabilecek bir dönem, senaristliğe ve kendi yazdığım filmleri çekmeye  kafayı taktığımı söyleyebilirim. Sonra baktım, ben yazmadan,benim fikirlerimi çalıp film yapıyorlar, piyasadan çekildim :)

Benim için önce bütünü gelir filmin. Bütünü bir ahenk içindeyse o film iyidir. Görsel iletişim diline sahip olduğum için, yazılı olmadığı, ya da o sahnede kullanılan mekân, dekor….vb. çok özel bir yer etmediyse kafamda, sözlerini birebir hatırlayamam. Bu yüzden  ikinci ve üçüncü sorulara cevap vermek için çok düşünmem gerekti.  (Çok zora soktunuz beni be Luna  ve Gelibolu 17 J )

İlk soru ise filmlere ve hayata bakış açımdan dolayı oldukça  saçma bir soru. Ama burada mesele bu değil J

Eğer hayatım bir film  olsaydı  hangi başrolde oynamak isterdim…

Hayır, ne sanatsal ve derinlikli filmlerden dem vuracağım, ne de "Kendi hayatımın başrolündeyim ya!" gibi zevzekliklere gireceğim. Şu anda ihtiyacım olan tek şey bir romantik komedi: Mesajınız Var'da Meg Ryan'ın canlandırdığı kadın başrol gayet iyi bence. Sütlü ve şekerli hazır kahve kıvamında. Üstelik kitaplar da var işin içinde.  Daha ne olsun :p

Beni en iyi anlatan, en unutulmaz film sahnesi ne olabilir…

Bu soruyu iki farklı soruya dönüştürüyor ve ilkini atlıyor (vardır elbet bir hatta birkaç sahne ama yukarda dediğim gibi hatırlamıyorum; bunda henüz kendimi bilmiyor oluşumun etkisi de olabillir, insan gibi gizemleri çözmekle bitmeyen bir varlığı tek bir film sahnesinin anlatamayacağı gerçeğinin de…) ikincisi için düşünüyorum:

Yakınlarda tekrar izlediğim için 12 Kızgın Adamn herhangi bir sahnesi olabilir.

Aklımda en çok yer eden, adeta başucu cümlem olan replik?

Başucu cümlem değil, ama aklımda yer etmiş olduğunu an itibariyle fark ettiğim diyalog; Stalker'dan:

Stalker: Düşünsene, yüzyıl daha yaşayacaksın!
Yazar: Neden sonsuza kadar değil?

Film müzikleri?

GÖLGE FALI


Merakla beklediğim bir kitaptı Gölge Falı.  Buralarda   duyurmuştuk.

Hazır yazarı da Tüyap'ta iken dedikodusunu yapalım kitabın :p

İZMİRLİLERİ BİLGİLENDİRİYORLARMIŞ; HANGİ YÜZLE!



Otobüslerin "kentkart dıtlatma" cihazı yakınlarına koymuşlar el ilanlarını. Arkaya doğru ilerlerken aceleyle aldım. Her zamanki gibi balık istifi gideceğimizden sadece başlığa göz atıp çantama tıktım. Bu arada  ellili yaşlarında irice bir adam bağırdı: Arkaya doğru ilerleyin ya!

....(Bu üç noktada bir klasik İzmir belediye otobüsü vakası saklı ama lafı uzatmıyorum.)

Akşam eve döndüğümde o el ilanını inceledim. Altını çizdiğim yerler bile oldu, düşünün yani. 






1. ...yıllardır... emeğimizi  ortaya koyuyoruz: Harika bir duygu sömürüsü

PRENSİP OLARAK KARŞIYIM!


Her gün blog yazısı yazmaya. Yani, öyle herkesin reader'ını, e-posta  kutusunu, blogroll'unu kalabalıklaştırmaya ne gerek var, her gün her gün yaz; belki çoğu da incir çekirdeğini doldurmayacak. Tamam, insanlar bi' hatadır edip izleyicim olmuş olabilirler ama (Bir de  benim gibi 40'ın üzerinde aktif blogu izlediklerini düşün) her gün okunması gerekecek onca yeni yazı...Herkesin işi var, gücü var.  Ha, okunsun diye mi yazıyorsun diye sorarsan, elbette okunsun diye yazıyoruz bunları ( Bu isimde bir blog duydum ama incelemedim hiç, hemen bakayım :p)

Karşıyım, derim , derim de bu aralar öyle olmuyor. Edebiyat çevrelerinde bir deyim vardır, ha bire yazanlar  için " yazı ishali olmuş" diye!

Kendime kınama cezası veriyorum!

Ne ki güzide ülkemizde kınama cezalarının hiçbir müeyyidesi yok  :)

Asıl konu mu, aşağıda:

***

Ferahlama duygusu…Öfke, belirsizlik,tekrar öfke, beklerken sabırsızlanmak ve öfkelenmek, sonra "felek ben sana n'ettim?" türküsüne düşmek …

Sonra belirsizlikle beklemenin yerini neyi beklediğinin bilindiği bir beklemenin alması…Bu bile çok ferahlatıcı… 

İLİŞİKTEKİ DOSYANIN EN KISA ZAMANDA...

Şimdi burada bir şeyler yazıyorum ya,
Hani çoğunda kitaplar filan,

Üşenmeyip yorum yazıyorsunuz ya hani,
Ben de cevap yazıyorum  severek,

Ama sonra dönüp bir okuyorum yazdıklarımı

Acaba çok bilmiş bilmiş mi yazıyorum,üstten bakarmış gibi, istemediğim halde bu izlenimi mi veriyorum? Oysa ki cevaplarımda hep kendime pay biçiyorum, yapmalıyız,etmeliyiz, filan derken, ya da benzer şeyler söylerken. Yanlış anlamayın ey  kaari, bi' halt bildiğim yok benim.

Olumsuz mesajlar- imajlar çıkarmayın beceriksiz cümlelerimden :p

Bak bu :p  :) işaretlerini  filan da o yüzden çok kullanıyorum aslında, çok da önem verme bu yazdığıma, şunu da espri olsun diye söylemiş de becerememişimdir muhtemelen, diyerek...

Ola ki sürç-i lisan ediyoruzdur, affola.




NEYE SAHİPSEN OSUN SEN?



Bir önceki yazıda anlattığım Prof. Kılıç'ın "Tasavvufa Giriş" adlı kitabında ilgimi çeken yerleri (kitabın tamamı olabilir :p) anlatmaya devam :

Kitaptaki giriş ve önsöz kısmlarında tasavvufun genel olarak - yine sufilerce yapılmış (sofularca değil, çünkü sofuyu başka bir "*mertebe" olarak tarif ediyor sufiler) -tanımı var. Tasavvufun başlangıcından bu yana insanda ne gibi bir arayışa-boşluğa karşılık geldiğinden bahsediliyor ki bu konularda birtakım önermeleri kapsıyor bu bölümlerde yazılanlar. Bu önermeleri yurtdışındaki gelişmelerle de destekliyor Prof. Kılıç. Örneğin ezoterik bilimler kürsülerinin Avrupa ne Amerika'da pekçok üniversitede (Sorbonne da buna dahil) kurulması, astrolojinin (evet yanlış yazmadım astroloji!) kendisini ispatlayarak yine pekçok üniversitede astroloji kürsülerinin kurulması bunlardan bazıları. Enneagram ve orgon terapileri (bkz: yazımın sonu) gibi hayatımda duymadığım kavramlarla beni  tanıştırdı bu kitap.

Yine bir çerçeve çizmek amacıyla postmodern insanın, nasıl değil neden sorusu sorduğundan, bunun cevabının metafizik ekollerle araştırıldığından bahsediyor Kılıç. Bu noktada Aristocu ve kartezyen modern dünyaya yapılan eleştirilerin bir özetini veriyor. Aristo mantığına karşı fuzzy logic, kartezyen anlayışa karşı mistisizmdeki gelişmelerden bahsediliyor ki Bertrand Russel'dan yapılan alıntıyı (aşağıda) alıntıyı okuyunca pozitif bilim anlayışıyla,sadece 5 duyu ile çözümlemeye ve kabul etmeye göre yetiştirildiğimiz bir dönemden nerelere diyorum…

 Birkaç alıntıyla bitirelim:

NEYİ ARIYORSAN OSUN SEN


ARKA ARKAYA İKİ KEZ OKUDUĞUM İLK KİTAP
İşbu yazı bu kitapla olan tanışıklığıma dairdir.


Yıllardır İslam tasavvufunun kıyısında köşesinde gezinirim. Sonunda şubat ayında ehil elden çıkmış bir kitap aldım ama okumaya geçen ay başlayabildim ancak.

Vay be! Diye ünlemek istiyorum müsaadenizle, o kadar farklı bir dünyadan bahsediyor ki…Her ne kadar doğulu olup bu kültür kodları genlerimize işlenmiş halde olsak da şaşırdım,hayret ettim,düşündüm…

SIGNUS'U BİLİR MİSİN SEN?



Bilseydin böyle olmazdı tabii. Bilmediğin için oldu bu, ama ben de tam bu sebepten söylemedim sana; açıklama yapmadım. Tabii şimdi, yani, senin zeki  ve bilgili olduğunu biliyoruz da hem  mitoloji, hem de astronomi bilmeliydin, bilirsin sandık. Demek ki o kadar da bilgin değilmişsin. Olsun, hepimiz böyleyiz aslında; eksik. Ama şimdi dinle bak, yani oku :

AYHAN TOMAK



BOŞUNA MI AĞARTMIŞ BU SAÇLARI?

Saf Narda iş başında...(Charles in Charge'ı hatırladım birden :p)

Saf bir hatun olduğumu daha önce çeşitli vesilelerle beyan etmiştim bu sanal alemde. Bir örneğini şimdi yaşadık efem,sıcağı sıcağına olay yerinden bildiriyorum.

Zırrrrr (ses efektinin yazılı olduğu blog yazısı, daha ne istersin ey okur :p)

Pamuk  validemiz bir şeyler söylüyor kapıdakine. Derken beni çağırıyor :

- Kızım bi gelsene, ben anlamıyorum bu işlerden.

Hayırdır deyip seğirtiyorum, benzerlerinden neden büyük olduğunu hala anlaymadığım  çelik kapıya doğru. Hem bizim valide kolay kolay ben anlamam, ben bilmem demez :p En fazla kapıdan satışçılara böyle yapar: doğrudan ilgilenmiyorum deyip suratlarına kapatamaz, beni çağırır, ben yaparım onun yerine bu pis  işi :p

Neyse, baktım:

İki takım elbiseli adam,ellerinde bond çantalar kapıda. Haydaaa...Türk insanı sevmez böyle tipleri; devletin soğuk ve sömürgeci yüzünü hatırlatır. Öndeki adam - ki daha tecrübeli olduğu, yaşından çok kalantorluğundan ve önde durmasından belliydi-

- Önce kimliğimizi gösterelim de, diyor.

DOST KIYAĞI :P

http://hakikivladimir.blogspot.com/2012/11/kitap-tantm.html

http://halilektem.blogspot.com/2012/11/deniz-moraligil-imza-gunu.html

Buralarda da yazılı ama olsun, bir arkadaş olarak ben de tekrar duyurayım istedim.

Vladimir'imizin kitabı çıktı biliyorsunuzdur, bilmiyorsanız da artık öğrendiniz :p

Geçtiğimiz cumartesi kitabı aldım ve  imzalattım Vladimir'e . Bitirince bir yazı karalayacağım elbette ama dedik ya dost kıyağı bu diye; önceden de reklamını yapalım.

Evet, okumayan kalmasın efem :)



SENE 1995

İlk yayınlanan "eserim" (!)

18'imdeymişim...
             




ÇÜNKÜ İNANMAYA HAZIRIZ

Fotomontajla yapılan ve insanları tahrikle provoke etmeye çalışanlar nasıl insanlardır sizce?

Son örneği 29 ekimde ülkemizde yaşanmış ( facebook ve twitterla işim çok olmadığı için -miş'li geçmiş zaman kullanıyorum)

Ve Sandy kasırgasında da Amerikan sanal medyasında.

Ama bu ikisi arasında bile AHLAK farkı var!

Bu ülkede kanlı çatışmalar çıksa, yaşadığımız PKK terörü yetmezmiş gibi, çok mutlu olacaklar var galiba!

İnsanlar neyi paylaşamazlar birlikte olup da bu güzelim ülkede çocuklarıyla birlikte huzurlu ve mutlu yaşamanın yollarını araştıracaklarına?